Sahilde...
Nisan sonlarında yaşanması beklenen bir günü şubat ayının sonlarında yaşamanın bol ışıklı rehaveti içinde, salı günü öğleden sonra denize hakim bir salonda huzurlu bir sohbete dalmıştık. Birdenbire hareketlenen insanların sahil kenarında Bruguel'in resimlerindeki gibi toplanmaları, aşağıda oturan öğrencilerin sahile doğru merakla koşturmaları o aydınlık sükunet içinde çok da ilgimi çekmedi. Orada bir ölüm vuku bulduğunu asla düşünmedim.
***
İnsanların telaşlı jestlerle sahile doğru akın etmeleri, bir noktada toplanmaları, sonra sahil boyunca sıralanmaları, bir kısmının ağır ağır geri dönmesi, kısa kesik film sahneleri halinde masadaki konuşmaların arasına serpiştirilmiş gibiydi... Bir ara sahilde kalmaya devam edenlerin el kol hareketlerini, keskin ıslıklarını izledim. Boğazın ortalarındaki bir güvenlik botu geldi... Sonrası kayıtlara girmedi...
***
Arkadaşlarımızdan birinin bize doğru yaklaşan obez bir tankerin "üzerimize geldiğini" şakacı bir edayla söylemesi ve ardından duyulan ağır palamar sesleri, kayıtların kesildiği andan önce miydi sonra mıydı tam hatırlamıyorum. Belki de, sahildeki hareketlilik, çok iri bir tankerin canhıraş bir gürültüyle demir atması, o sırada daldığımız tartışma içinde bana önemsiz gözüktü. Olup biteni tam fark edemedim... Acaba o güneşli öğleden sonra kendimizi lezzetine kaptırdığımız akademik tartışma sırasında günlük yaşamın hayhuyunu izlemek bana ucuz bir "röntgencilik" gibi mi geldi?
***
Aslında sorduğum sorunun cevabını biliyorum. Bizlerin "başkalarını gözleyerek" yaşama anlayışına bir tepkiydi bu galiba... Derinlikli bir şekilde yaşayamadığımız hayatımızı başkalarının hayatlarını gözetleyerek zenginleştirme çabası... Abur cuburla karnını doyuran bir pisboğaz gibi başkalarının hayatlarından yaptığın dedikodu mezesiyle sofranı doldurmak... Ne var ki, o salı günü benim peşin peşin mahkum ettiğim, abur cubur saydığım olayların düpedüz yaşamın kendisi olduğunu da bir gün sonra gördüm...
***
Ertesi günün gazetelerinde, pencereden gözlediğim ve sıradanlaştırarak aldırmadığım sahnelerin tüm şifrelerini buldum. Otuz yaşındaki sara hastası Naim Sınmaz'ın kriz geçirerek denize düştüğünü, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi birinci sınıf öğrencisi Merve'nin onu kurtarmak için denize atladığını, bu insancıl çabasının etrafındakilerin el vermemesi yüzünden sonuçsuz kaldığını, gelen güvenlik botunda ilk yardım bilen kimsenin olmadığını ve Naim'in ölüp gittiğini üçüncü sayfalarda okudum... "Üzerimize geliyor" diye şaka konusu yaptığımız geminin ise gerçekten üzerimize geldiğini, dümeni kilitlendiği için taşımakta olduğu binlerce tonluk yakıtla İstanbul'u havaya uçurabileceğini de gene gazetelerde gördüm...
***
Aslında salı günü öğleden sonra yaşadıklarım, masadaki konusal bütünlüğün arasına girmiş sahil dedikoduları değil gerçek yaşamın ta kendisiymiş. Saralı Naim Sınmaz'ın gözlerimizin önünde çok talihsiz bir biçimde ölüp gitmesinden, tümümüzü havaya uçurabilecek tonlarca yakıt taşıyan Liberya tankerine kadar... Sahilde bir ölüm vuku buldu ve nice ölümlere yönelik bir tehdit İstanbul'u sıyırıp geçti. Ben masadaki konuşmayı sahil dedikodularından koruyayım derken, bunu atladım... İçimde tuhaf bir huzursuzluk kaldı.
|