|
Festivalle kuşakları eğiten adam: Şakir Eczacıbaşı
|
|
Sinema sanatına hizmetleri nedeniyle Şakir Eczacıbaşı SİYAD'ın bu yılki Onur Ödülü'ne değer görüldü. Eczacıbaşı bu ödülü en az sinemacılar kadar hak etmiştir. Ama herkes onu daha az tanır. Atilla Dorsay bu söyleşiyle onu daha da çok tanıtmayı hedefliyor.
SİYAD'ın (Sinema Yazarları Derneği) yarın akşam Cemal Reşit Rey'deki ödül töreninde 5 kişi, sinema sanatına hizmetleri nedeniyle birer Onur Ödülü alacaklar: Türker İnanoğlu, İzzet Günay, Gülşen Bubikoğlu, Yalçın Tura. Ve de Şakir Eczacıbaşı. Şakir Bey, bu ödülü en az diğerleri kadar hak etmiştir. Ama herkes onu daha az tanır. İşte ben bu konuşmayla onu daha çok tanıtmayı deneyeceğim. Çünkü Şakir Bey, ünlü Eczacıbaşı ailesine mensup bir büyük sanayici olmakla kalmadı. Fotoğrafa merak sarıp dünya çapında bir sanatçı oldu. Ayrıca 1965'te Türk Sinematek Derneği'ni kurup yüzlerce, binlerce sinemaseveri eğitti, yeni bir seyirci kuşağı yarattı. 1980 sonrasında başlattığı Sinema Günleri, kısa zamanda uluslararası İstanbul Festivali'ne dönüştü ve oradan da birkaç kuşak seyirci ve de genç yönetmenler yetişti. Ona sinema adına öyle borçluyuz ki... Peki tüm bunlar nasıl başladı?1929 İzmir doğumlu Şakir Bey, bu bitmez sinema tutkusunu nasıl edindi? "Görsel sanatlara çocuk yaştan beri hep ilgim vardı. Ailede sanatçı yoktu, yalnız Nejat Bey (merhum ağabeyi, İstanbul Müzik Festivali'ni başlatan ve İKSV-İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nı kuran Nejat Eczacıbaşı'ndan söz ediyor), keman çalardı. 7-8 yaşlarında, arkadaşları toplayarak bizim arka avluda resim sergileri açmaya başlamışım. Ben resim yapamam, mahalleyi dolaşıp aldığım resimlerle!" Şakir Bey sonra Londra'ya kimya okumaya gidiyor. Ama orada sanat ortamı onu bilimden daha çok etkiliyor, ömrünü sanata adamayı düşünüyor. Dönüşte, tiyatrocu Tunç Yalman'ın önerisiyle, Vatan Gazetesi'nde bir "sanat yaprağı" çıkarmaya başlıyorlar. Ama bu bir edebiyat eki değil, öylesi çok var. Sanatın her alanına, bu arada sinemaya eğiliyor ve kimi yankı yapan filmleri irdeliyorlar. Sait Faik, Dağlarca, Behçet Necatigil gibi adlar toplanıyor derginin etrafına... Şakir Bey de ilk evliliğini, "Türkiye'nin ilk (kadın) Hamlet'i olan" Nur Sabuncu ile yapıyor. O arada, "Nejat Bey" ona bir öneride bulunuyor. "Anlıyorum, sen bu işte çalışmak istemiyorsun, ama yeni bir ev kurdun, gel biraz çalış, para kazan, sonra ne istiyorsan yap", diyor. İlaç sanayisine giriş o giriş: tam 43 yıl çalışıyor. Ve o "her şeyi en iyi biçimde yapma" huyunu orada da uyguluyor. Şöyle diyor: "Sanayinin de yaratıcı tarafları vardır: sanat kadar olmasa bile... Yönetimde yaratıcılık, üretimde yaratıcılık... Gençlere hep onu söylüyorum: her işin sevilecek yanı vardır. Onları öne çıkararak o işe bağlanırsınız. Biz sanayiye 1950'lerde başladık. Hiçbir şey bilinmiyordu. Teknoloji derken pazarlamacı olduk, oradan satış teknikleri, halkla ilişkiler, derken kolları sıvadık ve hepsini yaptık. Bizim fabrikamız ilaç alanında ilkti. Gelip "kardeşim nasıl olsa batacaksınız, buraya otel motel yapın" dediler. Ama biz direndik. Doktorları, eczacıları fabrikaya taşıdık Anadolu'dan. Üretim koşullarımızı gösterdik."
SANATI İŞTE DE KULLANDIM Şakir Bey sanatla ilişkisini işinde de kullanmış. O zamanlar grafikçi, tasarımcı diye meslekler yok. Sadece "afişçiler" var. O ise Bedri Rahmi Eyuboğlu, Sabahattin Eyuboğlu, Nuri İyem gibi dostu olan sanatçılara düzinelerle resim ısmarlıyor ve bunları alıp tanıtımda ya da yabancı kuruluşlara gönderdiği yılbaşı hediyelerinde kullanıyor. Örneğin 150 Nuri İyem tablosundan 150 yazma motifi üretiyor. Sonra Sabahattin Eyuboğlu ile yaptığı Anadolu kültürü üzerine belgeseller dönemi geliyor: "Sinemaya aşıktım, hatta film yapmak istiyordum. Ama bunların kötü filmler olacağını hissediyordum. Onun üzerine film yaptırmayı seçtim." Anadolu kültürlerine gönül vermiş çok yönlü sanatçı Eyuboğlu'yla bir seri film üretiyorlar. Bunlardan "Renk Duvarları" 1964'de Avrupa Konseyi büyük ödülünü kazanıyor. Başkaları da var: "Göreme" (Kapadokya üzerine ilk film), "Deve Güreşi"," Kırkpınar" vs. Eyuboğlu'nun Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören anlayışını anıyor: "Halikarnas Balıkçısı da öyle düşünürdü. Ve elbette Atatürk de." En büyük hizmetlerinden biri olan Sinematek'e 1965 yılında öncülük etmesi, bir raslantıyla gerçekleşmiş. Paris'teki ünlü Fransız Sinemateği'nin efsanevi kurucusu Henri Langlois'yı ziyarete gitmiş, tanışıp konuşmak için. İkisi de İzmir'li çıkınca (Langlois İzmir'den Fransa'ya göç etmiş), sohbet koyulaşmış. Langlois ona 60'lı yıllarda dünya sinemasındaki büyük patlayışı anlatırken, Türkiye'de bir Sinematek olmadığını öğrenince "olmaz öyle şey" demiş. "Sen bunu mutlaka kurmalısın. Türkiye benim ülkem sayılır, elimden geldiği kadar yardım ederim."
|