Bayrama doğru kıl ve kılçık sivriliği
Eskişehir'den gelen, camiden 'sakal-ı şerif'in çalındığına ilişkin bir haber, içindeki özel bir ibare ile insanı tahrik ediyor: - Maddi değeri önemli değil ama manevi değeri büyük! Bayramın eşiğinde, yaygın ' dinsi fetiş bağımlılığı'mız açısından ibret verici bir ifade! Haber yazanımız, yani belli eğitim düzeyindeki insanımız bile ' kıl kadarcık madde' için 'manevi değer büyük' hükmünü basabiliyor. Şüphesiz bu değer verişin ' Peygamber'e sevgi ve saygı' ile açıklandığını, dolayısıyla mantıklı göründüğünü biliyorum. Ancak sap ile samanı, daha doğrusu kıl ile eşyayı karıştırınca saygısızlık etmiş oluyoruz. Elbette kişinin en yüce insan olarak inandığı Allah Elçisi'nden gelebilecek her türlü hatıra karşısında heyecan duyması doğaldır, hatta içtenliği ölçüsünde sevgi ve saygı ifadesidir. Baba veya annemizden kalan bir yeleğe, bir şala -o nesneleri değil de- ebeveynimizi sevip saydığımız için hatıra olarak değer verip özenle koruduğumuz gibi, mesela Peygamber'in hırkasını ' mukaddes emanet' diye bağrımıza basabiliyoruz. Fakat hakikaten Peygamberimizin sakalından da gelse, kılı kutsamayı sağlıklı bir davranış sayamayız. Yalnız burada bir ayırıma daha vurgu yapmam şart: Böyle davranışlara toptan şirk (=Allah'a ortak koşma hali) olarak hüküm biçenlere pek katılmam. Zira çok derin dini bilgiye sahip olmasa da, sade vatandaşın bu gibi nesnelere ve ayrıca yatır mekanlarına gösterdiği ilginin, doğrudan tapınmacı bir duygu ve düşünce içerdiği kanaatinde değilim. Daha açıkçası; yığınlarda dini algılayışının mutlak rafine bir idrak olamayacağını, ister istemez bu tür somut nesnelerin de inancın anlamına katılabileceğini, Allah'ın da onları hoş görebileceğini düşünüyorum. Mevlana'nın da anlattığı hikayedeki gibi: Hazret-i Musa, tıfıl bir çobanın 'Ey Allah'ım ne olur bana görün... Eğer bana görünürsen sana keçilerimden sağdığım en iyi sütü verir, saçlarını tarar, bitlerini ayıklarım' diye dua ettiğini görünce haşlar: - Sen ne yaptığını sanıyorsun. Allah senin çobanlık arkadaşın mı? Bunun üzerine vahiy gelir ve Hazret-i Musa uyarılır: - O çocuk bana ulaşabilmek için kendince bir yol bulmaya çalışıyordu, neden gönlünü yıktın? Hasılı; dini bilgi ve erginlik açısından iddiası olmayan insanların inançlarını yaşamak için şurada-burada elle tutulabilir nesnelere de manevi anlamlar yüklemelerini en büyük günahlardan biri saymak, pek insaflı bir yaklaşım değil... Ancak ' sakal-ı şerif' tutkusu bu sınırları aşıyor. Zira bu ilgi ' kesilmiş kılların kutsallığına inanmak' gibi, sadece dini açıdan değil, ruh sağlığı açısından da sorun yaratmaktadır. Bir kere, birçok yerde ' sakal-ı şerif' bulunduğunu varsaymak, insan zihnini, haşa Peygamber'in sakalından kestiği kılları birer kutsal emanet gibi insanlara dağıttırdığı veya yakınındaki aziz arkadaşlarından birilerinin böyle yaptırdığı hükmüne götürebilir. Bu şekilde bir sevgi ve saygının doğrusu putperestçe bir renk içermesi kaçınılmaz. Konunun bir de tam karşıt cepheden algılanışı var. Orada gözümüzü açacak acı ve güncel bir örnekle karşı karşıyayız: Mekke'de çöken binanın altında ölenler arasındaki iki Türk hemşire, Suudi Arabistan'ın sözde dinci yönetimini biçimlendiren Vahabi sapkınlığına göre nişanesiz gömülecekler. (Hürriyet'in internet sitesindeki haberin metninde ' Hac'da ölenler şehit sayılıyor, bu yüzden mezarları olmayacak' denmesi de ayrıca acıklı bir çarpıklık.) Vahabi kafası mezar ziyaretini, ölüye tapınmak gibi görüyor. Zaten Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler bu kaba inanışa dayanarak propagandalarını ' Osmanlılar yatırlara tapınıyorlar' yalanına oturttukları için bir kısım Arap vahşilerinin 'arkadan vurucu' kesilmeleri hiç de zor olmamıştı. Kısacası bu faslın iki ucu da berbat! Bir yanda bizdeki kıl kutsayan kaba incelik, öbür yanda insan cesedine kılçık muamelesi yapan duyarlılık! İslam'ın orta yoluna selam!
|