|
Altın raket altın kalp
|
|
Tenis tarihinin belki de en usta raketi Roger Federer, izleyenleri büyülüyor.
Rakipleri korta çıkarken gerçeği en baştan kabul ediyor: Yenmeleri kendilerine değil, ona bağlı. Milenyumun tartışmasız en yetenekli raketi Roger Federer'den söz ediyoruz.
Altın raket altın kalp
Rakipleri korta çıkarken gerçeği baştan kabulleniyorlar: Yenmeleri kendilerine değil, ona bağlı. Ancak o yenilmek ister ya da yenmek istemezse maçtan galip çıkabilirler. Milenyumun en yetenekli raketi Federer'den söz ediyoruz.
Pazar Portreleri'ne ikinci kez tenisçi konuk oluyor. İlki - meraklıları hatırlayacaklar- Andre Agassi'ydi. Bu kez kahramanımız iki yıldan beri kortların bir numarası olan İsviçreli Roger Federer. (Huyu güzel, ahlakı güzel, kalbi güzel, beyni güzel Pete Sampras'ı bu sayfaya taşıyamadığıma nasıl yanıyorum bir bilseniz... Kardeşim kadar kendime yakın hissettiğim, iki oğlumun da onun gibi düzgün insanlar olmaları için dua ettiğim Pete Sampras'ın kortlarda kasırga misali estiği dönemde ne yazık ki portre denemelerine başlamamıştım. Tenis için hayli ileri yaşına rağmen yıllara meydan okumaya devam eden Agassi'yi elbette takdir ediyorum, seviyorum, üstelik bu sayfada göklere de çıkardım ama Sampras'ın bendeki yeri bambaşka.) Geçen yıl Wimbledon Turnuvası'nın şampiyonu Roger Federer'in oyun sayısını aldıktan sonra gözlerinden süzülen yaşları izlerken içimde bir şeyler eridi. Dünyanın en prestijli turnuvalarından birinde genç yaşta zirveye çıkmasının heyecanına bağladım. Ancak ardından New York zaferinin ardından da hıçkırıklara boğulması, konunun gençlik heyecanıyla açıklanacak kadar basit olmadığını gösterdi. En azından bana. Ve bu yıl da geçen hafta bugün Wimbledon'da kazandığı şampiyonluğun sonrasında da onbinlerce seyircinin ve Alaska'dan Çin'e kadar yüz milyonlarca izleyicinin önünde sicim gibi akan gözyaşlarını gizlemeye bile gerek duymamasını görünce, "Bu İsviçreli genç farklı bir kumaştan" inancım iyice pekişti. Ve biraz araştırınca içgüdülerimin beni yanıltmadığını anladım. Her ace (servisten sayı) için kan kanserinden yitirdiği coach'unun adına kurduğu vakfa 100 dolar veren (bir maçta ortalama 25-30 ace yapıyordu) Pete Sampras'ı çağrıştıran insan gibi bir insan vardı karşımızda. Dünyanın en kapalı, en zor yeni üye kabul eden kulübü olan Profesyonel Tenisçiler Birliği'nde (ATP) 1998'de bir yeni yetme, ayak altında dolaşmaya başladı. Çoğu burunlarından kıl aldırmayan ustalardan birkaç meraklı top toplayıcı çocuklara "Bakar mısın küçüğüm" diye seslendiler, "Kim şu uzun boylu genç?" Onlar da bir koşu gidip ATP kulislerinde sorunun yanıtını aradılar. Bir süre sonra nefes nefese dönüp "İsviçreli bir gençmiş efendim. Adı Roger Federer'miş" yanıtını yetiştirerek, büyük raketlerin aslında pek de önemsemedikleri bir ayrıntıyı aydınlatmış oldular.
ÖNCE KİMSE FARK ETMEDİ Federer o yılın temmuz ayında Gstaad'daki turnuvada ilk kez raket salladı. Kimsenin dikkatini çekmedi. Ancak hemen ertesinde gençler dalında Wimbledon'u ve Orange Bowl'u (dünya junior'lar şampiyonası) kazanarak, yaşıtları arasında dünyanın bir numarası oldu. Her ne kadar ATP klasmanını etkilemese de o havalı büyüklerin kulaklarına kar suyu kaçırması gereken bir başarıydı bu. Önemsemediler, hatta çoğunun haberi bile olmadı. Bu ilgisizlikleri için ilerde pek çoğu duvarları yumruklayacaktı. Federer ertesi yıl Davis Kupası'nda İsviçre milli takımına seçildi ve İtalya'yı yenmesinde önemli payı oldu. Profesyonel tenisin en zorlu arenalarından Roland Garros'ta şansını denedi, ilk turda elendi. Buna rağmen daha önemsiz turnuvalardaki başarılarıyla, sezon sonunda ilk kez olarak ATP klasmanına girmeyi başardı. 2000 yılında, kariyerinin ilk finalini oynadı. Marsilya'da. Ancak vatandaşı Marc Rosset onu kolayca altetti. Sonra Sydney Olimpiyatları'nda İsviçre tenis milli takımında görev aldı. Yine düşkırıklığı. Fransız oyuncu Arnaud Di Pasquale karşısında bir varlık gösteremeyince, İsviçre bronz madalyadan oldu. Hiç olmazsa Basel'deki turnuvada bir atak yaparak sezonu teselli ödülüyle kapatmak istedi. Öyle ya; ne de olsa memleketinde oynayacaktı. Ancak orada da finalde İsveçli usta raket Thomas Enqvist'e beş sette boyun eğdi. Yıl kötü bitmişti. Ama yemin etti; 2001'de dünya çok farklı bir Roger Federer'le tanışacaktı. Ve daha yıl başlar başlamaz bu andının buz üstüne yazılmadığını gösterdi. Şubatta Milano'da kariyerinin ilk turnuvasını kazandı. Sıkı sıkıya tuttuğu kupayı havaya kaldırırken duyduğu mutluluğu anlatacak sözcük bulamıyordu. Bu ilk zaferi Roland Garras ve Wimbledon'da çeyrek finale kadar yükselmesi izledi. Wimbledon'da kimi yendi biliyor musunuz; Pete Sampras'ı! Beş sette. Yani 3-2. Bu Sampras'ın Londra çim kortlarında veda maçı oldu. Daha önemlisi Sampras ile Federer arasındaki tek maç olarak tenis tarihine geçti. Ne var ki, sezon yine bir hüzünle noktalandı: Memleketinde, Basel'de bir kez daha finalden başı önünde ayrıldı. Bu kez de İngiliz raket Tin Henman'dı onu hayallerine ulaşmaktan alıkoyan adam. Ancak her sezon onu olgunlaştırıyor, her yenilgi ona asla unutmayacağı ders oluyordu. 2002'ye iyice bilenmiş girdi. O hızla Sydney turnuvasında tüm rakiplerini ezip geçince dünya basınının spor sayfalarında ondan söz edilen haberler tek sütundan en az üç sütuna -üstelik bazılarında fotoğrafıyla- çıktı. Mart ayında Miami'deki Key Biscayne master turnuvasına katılmayı hak etti. Kariyerinde önemli bir aşamaydı bu. Andre Agassi'ye 4 sette pes etti. Olsun. Mayıs ayında ikinci şans belirdi önünde: Hamburg'taki master turnuvası. Finale kadar yükselirken pek zorlanmadı. Son maçta rakibi onun gibi tenisin yükselen yıldızı Rus raket Marat Safin'di. Eze eze yendi. Artık herkes onu "Grand Chelem"in Avrupa'daki iyi ayağının, yani Roland Garros ile Wimbledon'ın favorileri arasında göstermeye başladı. Yine düşkırıklığı: Roland Garros'ta da Wimbledon'da da ilk sette utanç verici yenilgilerle veda etti. Ancak sezonu fena bitirmedi: Şanghay'daki Masters Cup'ta çeyrek finale çıktı; Avustralyalı Lleyton Hewitt'e karşı bugün bile anımsanan müthiş bir maçla veda etti. Geldik 2003'e. Yine iyi başladı. Marsilya, Dubai ve Münih turnuvalarını kazandı, Roma'daki Masters Series'de finale kadar çıktı, Davis Kupası'nın yarı final maçlarında İsviçre'nin Hollanda ve Fransa'yı geçmesini o sağladı. Sonra soğuk duş: Roland Garros'ta daha ilk turda uçuruma yuvarlandı. Hem de adı sanı duyulmamış bir gence, Perulu Luis Horna'ya yenilerek. Tenis dünyasını yakından izleyenlerde yine kuşkular belirmişti; Federer bir harika çocuk muydu yoksa hiçbir maçının sonucu kestirilemeyen bir saman alevi mi? Dozu giderek yükselen eleştirilerden etkilenmemek için inzivaya çekilip Wimbledon'a hazırlanmaya başladı. İşte orada gerçek bir yıldızın doğmakta olduğunu müjdeledi. 15 gün süren Wimbledon turnuvasında tüm rakiplerini ezip geçti, oynadığı onca maçta sadece bir set verdi. Londra'da başına konan taçla özgüveni kamçılandı. Artık en büyük, en zorlu turnuvaları kazanabileceğine kendi de inanmıştı. Houston'da oynanan Masters Cup'a yorgun gitti. Bir de kurada en belalıların bulunduğu gruba düştü: Agassi, Ferrero, Nalbantyan. Agassi'yi zor bir maçla devirdi. Bu ona inanılmaz bir moral oldu, diğer rakipleri tutunamadılar karşısında. Hepsini silip süpürüp sezonun yedinci şampiyonluğunu kazandı. Yıl sonunda Profesyonel Tenisçiler Birliği'nin (ATP) sıralamasında dünya ikincisiydi. Önünde sadece Amerikalı Andy Roddick vardı. Artık dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu ya da olmak üzere bulunduğunu fark etmeye başlamıştı. Yılın son ayında Federer herkesi şaşırtan bir karar aldı: Antrenörü Peter Lundgren'le yollarını ayırdı. 4 yıldır birlikteydiler. Sonra ondan da şaşırtıcı bir karar daha: Yeni bir antrenöre ihtiyacı yoktu. Bu 2004'ün turnuvalarına yalnız hazırlanacağı anlamına geliyordu. Pek de yalnız sayılmaz; İsviçreli eski bir profesyonel tenisçi olan nişanlısı Miroslava Vavrinec, bir zamanlar İsviçre'nin en iyi tenisçileri listesinde 10'uncu sırada gösterilen dostu Reto Staubli ve fizyoterapisti Pavel Kovac hep onunlaydılar. Yıl Avustralya Açık şampiyonluğuyla başladı. Bu, "Grand Chelem" de ikinci kupası oluyordu ve onu ATP klasmanında ilk sıraya taşıyordu. Sonra Dubai turnuvası şampiyonluğu, ardından mart ayında Indiana Wells'teki Masters Series, mayısta Hamburg. Sıra gelmişti düşlerine giren Roland Garros'a. Yazık. Paris'in toprak kortları ona yine gülmedi; üçüncü turda o turnuvayı daha önce üç kez kazanmış olan ve artık inişe geçmiş bulunan Brezilyalı Gustavo Kuerten'e boyun eğdi. Paris'in ardından Londra vardı tenis takviminde. Her yıl olduğu gibi. Ve orada işi daha da zordu: Çünkü bir önceki yıl kazandığı şampiyonluğu korumanın mücadelesini verecekti. Finali Andy Roddick'le oynadı ve bileğini -raketini demek daha doğru olacak herhalde- büktü. Sonra Gstaad'daki turnuvada İsviçre'deki ilk şampiyonluğunu kazanması... Atina Olimpiyatları'nda İsviçre kafilesinin en başında bayraktar olması... Ne yazık ki Olimpiyat Oyunları'nda vatandaşlarını düşkırıklığına uğrattı: Çek Tomas Berdych karşısında duyanların inanamadığı bir yenilgiyle daha ikinci turda veda etti. Bu utancı sezonun son büyük sınavı Amerika Açık'taki zaferiyle unutturdu. Hem de finalde Lleyton Hewitt'i sözcüğün tam anlamıyla rezil ederek: 6-0, 7-6, 6-0! Houston'daki Master Cup zaferiyle de sezonu açık ara birinci noktaladı. Böylece peşpeşe 13'üncü finali de kazanmış oluyordu ve bu bir rekordu: Ondan önce Borg ve McEnroe ancak kesintisiz 12 final kazanmışlardı. Ve artık ayakta alkışlanıyordu: Yıl boyunca oynadığı 80 maçtan 74'ünü almıştı, 3'ü Grand Chelem, 3'ü de Masters Series olmak üzere 11 turnuvada şampiyon olmuştu, dünyanın en iyi 10 tenisçisiyle oynadığı 18 maçın 18'ini de galip bitirmişti. İçinde bulunduğumuz yılı, 2005'i uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Tenis meraklıları neredeyse her maçını set skorlarıyla sayacak kadar iyi biliyorlar. Ama isterseniz tek cümleyle özetleyelim: Doha, Rotterdam, Dubai, Indiana Wells, Miami, Hamburg, Halle ve geçen hafta bugün Wimbledon'ın kupalarını koleksiyonuna ekledi. Wimbledon finalinde karşısına yine Andy Roddick çıktı. Geçen yıl finalde kapıştığı Amerikalı. 6/2, 7/6 ve 6/4 biten maçtan sonra Roddick ona şöyle bağırdı: "Biliyor musun, senden nefret etmek istiyorum ama o kadar sempatik ve o kadar iyi bir insansın ki, edemiyorum! Lanet olsun!"
TOPLAM 30 ŞAMPİYONLUK Biliyorum, tenise gönül verenler istatistiklere meraklı olur. Onların da arzularını yerine getirelim. İşte rakamlarla Federer:
* Grand Chelem'de 5, Masters Series'de 7, Masters Cup'ta 2, diğer turnuvalarda da 16 olmak üzere toplam 30 şampiyonluğu var. Ah, unutmadan; bunlara çiftlerde 7 şampiyonluğu da eklemek gerekiyor.
* ATP klasmanında 1998'de 302, 1999'da 64, 2000'de 29, 2001'de 13, 2002'de 6, 2003'te 2, 2004'te birinci sırayı aldı. 2005'te de birinciliğini koruyor. Büyük farkla.
* Bugüne kadar tenisten 17 milyon 834 bin 323 dolar kazandı. Geçen haftaki Wimbledon çeki dahil. Geçen yıl Michael Schumacher ve Pieter Van den Hoogenband gibi favorileri geride bırakarak Avrupa'da yılın sporcusu seçilen, başta Pete Sampras olmak üzere geçmişin büyük yıldızlarından da yukarılarda parlamak için her sabah gün doğmadan kalkıp çalışmaya başlayan, kortta sıçrayışları kaplana benzetilen (Zaten en sevdiği iki hayvandan biri o; diğeri aslan!), rakiplerinin de öve öve bitiremedikleri bir tenis virtüözü Federer. Daha önemlisi, en başta da belirttiğimiz gibi, insan gibi insan: Kazancının önemli bölümünü kurduğu vakfa aktarıyor. Başta İsviçreli çocuklara tenis öğretmekti vakfın amacı; şimdi Güney Afrikalı çocuklara öncelik veriyor. Annesini veya babasını ya da ikisini birden AİDS'te yitiren Afrikalı miniklere hayatta bir şans yaratmak için... Ve bütün bunları sadece 4 yılda gerçekleştiren -çok iyi öğrenim görmüş, ailesine bağlı- o İsviçreli genç, yaşadıklarının bir rüya olmasından korkuyor. Şöyle diyor: "Birilerinin bana 'Uyan' diye bağırıp sarsmaması için dua ediyorum. Tüm bunların gerçek olduğuna inanmak istiyorum. Ve rüya da olsa, gerçek de bu harika günlerin keyfini çıkarmaya, daha önemlisi mutluluğumu ailemle, dostlarımla paylaşmaya çalışıyorum."
|