|
Dev konserler barışın hizmetinde
|
|
Live Aid konserleri yoksul kıtada kitle halindeki çocuk ölümlerine çare bulmayı amaçlıyordu. Ve sayısız sanatçı bir araya gelerek We Are the World- Dünya Biziz" demeyi başardı.
Bizim zamanımızda böyle şeyler hiç yoktu. Bırakınız bir konserin birkaç milyar insan tarafından izlenmesini sağlayacak teknolojiyi... Ama milyonlar, hatta yüz binler-on binler tarafından, birlikte nefesler tutularak izlenen büyük müzik- sanat olayları da yoktu. Zaten ülkemize kimseler uğramazdı: Binde bir yolu Spor-Sergi Sarayı'na düşen Louis Armstrong veya Ray Charles, eski Saray Sineması'nda konserler veren Maurice Chevalier, Dizzy Gillespie veya Dave Brubeck, Emek'te "sahne alan" Jacqueline François veya Atlas Sineması'nda balkondan yağan pamuk tanecikleri altında "Tombe La Neige- Kar Yağıyor" diyen Adamo gibi olayların dışında... Bunlar da öylesine az ve nadirdiler ki yaşayanlar tarafından yıllar boyu bir masal gibi anlatılıp durdular. Sonra insanoğlu yeni bir şey keşfetti: Çok, çok büyük konserleri... Bu elbette öncelikle bir mekan sorunuydu: Çağdaş ülkelerdeki dev konser salonlarının yanı sıra stadyumlar, parklar-çayırlar, orman içleri gibi yerler de kullanılmaya başlandı. Sonra büyük kitleyi aynı zevk çerçevesi içinde buluşturacak hem coşturup hem hüzünlendirecek bir büyük popüler müzik türü gerekliydi. Bunu da adına özetle "rock" denen olay sağladı. Ayrıca bu konserleri anında olabildiğince geniş bir kitleye ulaştıracak teknoloji gerekliydi. Bu da özellikle 1970'lerde gelişti. Ve 1969 yılında ABD'de, tam yarım milyon seyirciyi Joan Baez'dan Joe Cocker'a, Crosby, Stills, Nash&Young'dan The Who'ya, Jimmy Hendrix'ten Santana'ya ünlülerin müziği etrafında buluşturan, günlerce süren, 120 saatlik filmi çekilen (bu en son 4 saatlik bir belgesele dönüştü) efsanevi Woodstock konserleriyle, olay birden tırmandı. Ve böylece, ünlü rock müzisyenlerinin dünyayla büyük buluşması başladı.
KOMŞUDA PİŞTİ, BİZE DE DÜŞTÜ Elbette komşuda pişen bize de düşerdi. Nitekim düştü. Ve Türkiye özellikle döviz sorununu halledip içedönüklüğünü kırmaya ve dünyaya açılmaya başladığı 1980'lerden, yani, adını koyalım, Turgut Özal döneminden başlayarak, bu tür konserlere evsahipliği yaptı. Yıllarca en sevdiği sanatçıları ancak rüyasında gören bizim kuşaklar, stadyumlar, antik veya modern anfitiyatrolar gibi mekanlarda, çağdaş süper-starları izlemeye koyuldu. Madonna'dan Michael Jackson'a, Elton John'dan Sting'e, Tom Jones'dan Engelbert Humperdinck'e, Rolling Stones'dan Massive Attack'a, Bryan Adams'tan Brian Ferry'ye, Demis Roussos'tan Chris de Burgh'e, Shirley Bassey'den Tina Turner'a, Joan Baez'den Roberta Flack'a, Guns N' Roses'dan Metallica'ya, James Brown'dan Gloria Gaynor'a, McCoy Tyner'dan Sergio Mendes'e, Liza Minnelli'den Natalie Cole'a, Julio Iglesias'tan Gipsy Kings'e, Laurie Anderson'dan Tracy Chapman'a, Aeerosmith'ten Alabama'ya, Eric Clapton'dan Bob Dylan'a, Jose Feliciano'dan Joe Cocker'a, Dizzy Gillespie'den Miles Daves'e, Betty Carter'dan Diana Krall'a, Jan Garbarek'ten John Mc Laughlin'e, Branford Marsalis'ten Stephane Grapelli'ye, PJ Harvey'den Alanis Morissette'e, Amalia Rodrigues'den Patricia Kaas'a, Carlos Santana'dan Simply Red'e, Paco de Lucia'dan Ravi Shankar'a kimler kimler gelmedi ki.. Böyle topluca sayınca inanılmaz gözüküyor, değil mi? Ve artık bu tür büyük konserler tam anlamıyla dev boyutlar almaya ve üstelik dünyamızın temel sorunlarına çözüm arayışı perspektifi içinde yapılmaya başlandı. Woodstock bir dönüm noktasıydı. Daha sonra 1985 yılında müzisyen Bob Geldof öncülüğünde, Afrika'daki açlığa karşı çıkan bir büyük organizasyon yapıldı. Live Aid konserleri, yoksul kıtadaki kitle halindeki çocuk ölümlerine çare bulmayı amaçlıyordu ve sayısız sanatçı bir araya gelerek "We Are the World- Dünya Biziz" demeyi başarmışlardı.
AĞLATAN OLAYLAR Ve geçen haftasonu, olay çok daha büyük boyutlarda yinelendi. Artık "Sir" olmuş Bob Geldof'un öncülüğünde, yine sayısız sanatçı bir araya geldi ve bu kez Live-8 adı altında, yoksul ülkelere yardım çareleri aradı. Ve bizler, Allah razı olsun, dünyayı bize ulaştıran sayılı kanallardan biri olan NTV sayesinde olayı tümüyle izledik. Kendi adıma izlerken çok etkilendim. Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra yeniden biraraya gelen Pink Floyd'culardan REM'in "Everybody Hurts"ünü birbirlerine sarılarak izleyen ortayaşlı çiftlerin görüntüsüne, Madonna'nın şovundan Sting'in sahnesine, Will Smith'in her üç saniyede bir parmak çırparken bir çocuğun öldüğünü söylemesinden Brad Pitt'in içtenlikli konuşmasına... Sulu gözlü bir günüme denk gelmiş olmalı, gözyaşlarımı tutamadım.
SEZEN AKSU DA KATILABİLİRDİ Ama nasıl ve niçin tutayım ki? Olayın müzik boyutu öylesine görkemliydi öncelikle... Elbette tümüyle iyi niyetle girişilmiş olsa da, Anglo-Sakson pop müziğin bu denli egemen olması şart değildi. Ne bileyim ben, Patricia Kaas'tan Isabelle Boulay'e, Eros Ramazotti'den Mario Frangoulis'e, Enrique Iglesias'tan fado kraliçesi Mariza'ya, Harris Alexiou'dan Sezen Aksu'ya, dünya müziği de bir ölçüde işin içine katılabilirdi örneğin... Ama yine de görkemli bir şölen izlendi elbette... Daha da önemlisi, globalleşme çağında artık böylesine dev organizasyonların yapılabilmesi ve üç milyar insana ulaşabilmesiydi. Afrika'daki açlığın, Rwanda'daki soykırımın, Irak'taki iç savaşın, o hep yakındığımız medya aracılığıyla artık herkesin evinin içine kadar girmesi ve dünyamızın, üzerindeki herkesin ortak bir kaderi paylaştığı dev bir gemi olduğunun iyice ortaya çıkmasıydı. Ve Bob Geldof, 20 yıl önceki bir resimde ölmek üzere olan Etiyopyalı kızı, bugün büyümüş, serpilmiş bir tarım mühendisi olarak sunduğunda, içimde kopan fırtınayı artık hiç susturamadım.
|