|
Hayatın nakış ustaları ressam dostlarım
|
|
Ressamlar, kendilerine özgü bir sezgiyle güzelliğin peşindeki çağdaş avcılardır. Ve onların yarattığı estetik dünya, sonunda gerçeğe dönüşür.
Resim sanatıyla çok ilişkili olmasak, artık bir sanat başkenti olan İstanbul'da her gün açılan sayısız sergiyi izlemesek de resim denen sanatın ve ressamların hayatımızda önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Çünkü ressamlar, yaşamı binbir özenle yeniden yaratan nakış ustaları, renkler dünyasının isimsiz krallarıdır. Ve onların yarattığı estetik dünya, eninde-sonunda gerçeğe dönüşür. Fantezileri gerçek olur ve adına "çevre" dediğimiz, içinde sürekli yaşadığımız halde aynı biçimde sürekli bozup kirlettiğimiz ortam, resmin ve ressamların katkısıyla birazcık güzelleşir, içinde yaşanır hale gelir. Ressamlar, tüm bireysellikleri içinde, bir toplumun estetik hocaları ve güzellik öncüleridir. Bunları bana düşündüren, resimle içli-dışlı olduğum geçen haftanın kimi izlenimleri oldu. Pazar günü İstanbul Modern'deki Fikret Mualla sergisine gittim. Ve gözlerim kamaştı. Yıllar boyu sağda-solda ikişer-üçer resmini gördüğüm, hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumu sandığım halde pek az tanıdığım, en azından bu kadar üretken olduğunu kesinlikle bilmediğim bu önemli Türk ressamının eserine, ilk kez böylesine yaklaştım.
SERGİYİ KAÇIRMAYIN Fikret Mualla, adına genel-geçer biçimde bohem dediğimiz şeyi hayatında en somut biçimiyle gerçekleştirmiş, İstanbul'da başlayıp Paris'te süren oldukça ayrıksı ve acılı bir yaşam içinde, olağanüstü insan ve insan gurupları çizmiş, özellikle Paris'i her türden, her kesimden, her sınıftan küçük insanlarıyla yakalamakta eşsiz başarı göstermiş bir sanatçıydı. Dönem dönem kentleri ve binaları, hayvanları ve çiçekleri, natürmort'ları ve manzaraları da ihmal etmeksizin... Bu görkemli sergi yalnızca bir ressamı değil, bir kenti de en azından 20 yıllık bohem yaşamı içinde tanımanın en güzel yoluydu. Kimi kesimlerin "sahte" olduğu yolundaki söylentiler hevesinizi kaçırmasın... Öyle olsa da, bu retrospektifi kaçırmak için mazeret olamaz bu... Sonra sıra geldi Nuri İyem'in ölümüne ve cenazesine... Onu birkaç kez sergilerinde görmüştüm. Sevgili ve dost Evin İyem, 2000 yılında Bebek'teki galeride büyük İyem retrospektifini yaptığında, benim evimin duvarlarındaki çok az sayıda resimden birini oluşturan ve yıllardır bizi hüzünlü bakışlarıyla süzen köy kadını resmini de getirmemi istemiş ama vakit bulup yapamamıştım. Nuri İyem, çok iyi tanımasam da, birçok kişi gibi benim için de çağdaş Türk resminin en iyi temsilcilerindendi. Onun eşsiz kadınları, başörtüleri içinde günümüzdeki başörtüsü/ türban tartışmalarına uzaktan, alaycı bir tebessümle bakıyor ve Anadolu kadınının soylu yüzünü duvarlarımıza taşımayı sürdürüyorlar. Ama cenazesine gidemedim. Zaten gazeteci ağabeyim Recep Bilginer'- inkiyle çatışıyordu (bugünlerde ölümlerin çokluğundan, artık hangi cenazeye gideceğiz diye seçiyoruz). Ama sonunda bambaşka bir işim çıktı, ikisine de gidemedim. Allah taksiratımı affetsin!... Ama düşündüm. Resmin hayatımızdaki önemi ve yeri üzerine... Ressamlar, kendilerine özgü bir sezgiyle hep güzelliğin peşindeki çağdaş avcılardı. Onların yaptıklarıyla pek ilgilenmesek bile, onların yarattığı güzellik olgusu sonunda bizi de çevreliyor ve kucağına alıyordu.
HERKESE SELAM Üstelik, bu vesileyle ressam dostlarımı da düşündüm ve hayretle ne kadar çok olduklarını farkettim. Artık yaşamayanlar vardı elbette: Abidin Dino, Avni Arbaş, Semiha Berksoy ya da heykele kayarsanız, Kuzgun Acar veya Gürdal Onur gibi. O Abidin Dino ki, Fikret Mualla sergisini gezerken de sık sık anmıştım çünkü Mualla üzerine en güzel saptamalar onun kaleminden çıkmıştı. Bir zamanlar yönettiği "Altın Goller" belgeseli üzerine yazdığım eleştiriden sonra ondan, uzun zamandır yaşadığı Fransa'dan aldığım mektubu, daha sonra Paris'te buluşmamızı ve uzun uzun konuşmamızı, yıllar sonra, 1990'ların başında, Korsika'nın başkenti Bastia'daki Akdeniz Sineması Şenliği'ne ünlü yazar Tahar Ben Jelloun'la birlikte jüri üyesi olarak katıldığında yeniden karşılaşıp söyleştiğimizi andım. Ve de hayatta olanlar, benim ressam dostlarım... Adnan Çoker'den Ömer Uluç'a, Mehmet Güleryüz'den Fatma Cezzar'a, Alaattin Aksoy'dan Komet'e, Kezban Arca'dan Su Yücel'e, Bedri Baykam'dan Balkan Naci İslimyeli'ye, Devrim Erbil'den Hüsamettin Koçan'a, Mustafa Aslıer'den Yusuf Taktak'a, Gülsün Karamustafa'dan Handan Börtüçene'ye, Metin Deniz'den Yahşi Baraz'a... Elbette unuttuklarım var, biliyorum. Beni bağışlasınlar... Hepsi uğraşlarının güzelliği yüzlerine vurmuş güzel insanlar. Bu yoğun çabayı sürdürürken, yaşamdan, dünyadan ve toplumdan kopmamayı, fildişi kulelerine kapanmamayı da başarmış günümüzün Türk ressamları. Hayatımıza binbir güzellik katmak için sürekli çalışıp üreten, ülkelerinin kültür birikiminden aldıklarını dünya sanatının evrensel kriterleriyle bir potada yoğurarak, dünya başkentlerinde kendilerinden söz ettirmeyi başaran has sanatçılar. Ve aynı zamanda gerçek gönül dostları, eşsiz masabaşı sohbet ustaları, çağdaş ve sorumlu Türk aydınları. İki ressamı özellikle anmak için yazdığım bu küçük yazıyı tüm ressam dostlarıma selamla bitirmek istiyorum, izin verirseniz...
|