|
Dünya mimarları İstanbul'u kurtarın
|
|
Yabancı mimarlar İstanbul'da doğanın iyi korunmadığı, yeşilin çok az olduğu görüşünde birleşiyor. Kent vahşi bir inşaat hummasına tutulmuş. Ama başta Boğaziçi, doğa direniyor.
Atilla Dorsay, 1991 yılında Amerikalı ünlü mimar Kevin Roche ile görüşme fırsatı bulmuştu. Evet, ben de bir mimarım. Ama mesleğini gerçek anlamda yapmamış, aşık olduğu bu büyülü kentin, İstanbul'un bağrına birkaç güzellik katamamış ve bundan dolayı hep biraz hüzün duymuş bir mimar. Ama bu eğitimi alan kişi onun izlerini ömür boyu taşır: Bu işi fiilen yapsa da, yapmasa da... Ben de Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık bölümünde 1957- 1964 arasında, içlerinde Sedat Hakkı Eldem, Muhlis Türkmen, Utarit İzgi, Burhan Toprak gibi çok değerli isimler de bulunan mimar ve sanat tarihçilerimizden aldıklarımı hep içimde taşıdım. Sonra İstanbul Belediyesi Yüksek İmar-Planlama müdürlüğünde geçirdiğim iki buçuk yılı da buna katın... Tüm bunlar, benim İstanbul'a, kentlere ve dünyaya bakışımı biçimlendirdi, değiştirdi. Daha sonra asıl işim olarak seçtiğim sinema eleştirisinde de bu formasyonun büyük etkisi olmuştur. Ve yıllar boyu mimarlığa hep ilgi duydum, kentimize gelen ünlü mimarlarla da fırsat buldukça konuştum. Bunlardan birini çok iyi hatırlıyorum. Amerikalı ünlü mimar Kevin Roche'tu bu ve "Amerika'nın görüntüsünü değiştiren" kişilerden biri sayılıyordu. New York'taki UNICEF, Birleşmiş Milletler, Metropolitan Müzesi gibi binaları çizmiş, çeşitli ödüller almıştı. Bana mimarlığı özetle şöyle tanımlamıştı: "Mimar, inşa edilmiş çevre diyebileceğimiz olayın baş sorumlusudur. Ve o, günümüzün karışık dünyasında mümkün olan en iyi çevreyi yaratmak gibi bir meydan okumayı kabul etmelidir."
ONLAR NE DİYECEK? İstanbul'a ilk kez gelmişti, hayran kalmıştı. Şöyle diyordu: "Kentin özellikle eski bölümüne, saraylara, camilere bayıldım. Başlıca olumsuzluk, yeşil alan azlığı. Oysa ikliminiz çok uygun, daha fazla bahçe, çiçek güzellikleri yaratabilirdiniz". Yıllar önce de bir başka Amerikalı mimar "İyi de, niye bu kadar çok bina" diye feryad etmemiş miydi? Görüldüğü gibi, yabancılar ana teşhiste birleşiyor: İstanbul doğanın iyi korunmadığı, yeşilin ve rekreasyon alanlarının olması gerekenden çok daha az olduğu bir kent. Tersine, çok binası olan, vahşi bir inşaat hummasına tutulmuş bir kent. Belki alınacak en radikal karar şu olurdu: Yeni inşaatları bir süre durdurmak, artık doyum noktasına gelindiği kabul edilerek, boş alanları kesinlikle korumak. Evet, tüm bunları düşündüm. Çünkü bugün İstanbul'da çok önemli bir toplantı başlıyor: 22. Dünya Mimarlık Kongresi. 8 bin kadar katılmacının beklendiği, 500 bildirinin sunulacağı, 28 önemli mimarın konuşacağı, 1500 serginin açılacağı, Taşkışla, Hilton'la İtfaiye arasındaki Gümüş Caddesi, Maçka Parkı gibi yerlerin ve giderek tüm "Kongre Vadisi"nin çok geniş bir sergileme alanına dönüşeceği görkemli bir toplantı. Dünya üzerinde çevreyi yaratan ve biçimlendiren bunca otorite, bunca kentsel estetik uzmanı, bakalım bizim gariban, perişan, soyulup soğana çevrilmiş, yağmalanıp parçalanmış ama hala güzel kentimizi nasıl bulacak, bize hangi çareler önerecek?
TAM BİR SORUNLAR YUMAĞI Kent hala güzel, evet. Ama bu, olağanüstü bir doğa sayesinde oluyor... O doğa başta Boğaziçi, kendini ele vermiyor, tükenmeyi reddediyor. Ve de Osmanlı, her şeye karşın doğayla içiçe yaşamayı, onu koruyarak yapılaşmayı başarmış. Elbette zaman zaman alınan kimi radikal destek kararlarının da katkısıyla. Vaktiyle Suriçi bölgesinde yükseklik üç katla sınırlanmasaydı, Prost'un nazım planı yaptırılmasaydı ya da rahmetli Çelik Gülersoy, 12 Eylül döneminde Evren Paşa'yı ikna edip Boğaz'ın ön görünüm bölgesini koruma kararını aldırmasaydı ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum. Gerçek şu ki, Osmanlı aristokrasisinden etkilenmiş İstanbul halkı o kadar değilse de Türk halkı, dünyanın en zevksiz halklarından biri. Anadolu'da yıllardır yapılan ve neredeyse insanı dindenimandan soğutacak kadar çirkin camileri, o daracık yolların etrafında üstüste binmeyi marifet sayan yapılaşmayı, o demir filizli bitmeyen beton yığınlarını düşünün... Ve tüm bunların, başta İstanbul büyük kentlere de taşınıp uçsuz-bucaksız çirkinlik alanları yaratmasını... Aynı Türk halkı, aynı zamanda, dünyanın en becerikli, kurnaz ve eline çabuk halklarından biri. Ve bu iki özellik birleşince, kentlerimiz içinden kolay çıkılmaz sorunlar yumağı haline gelmiş. Çare? Çare belki öncelikle kendimize dönmek, Osmanlı'nın o eşsiz güzellik duygusundan, o camilerin, sarayların, mescitlerin, ahşap evlerin orantılarından, estetiğinden ve işlevselliğinden ders almak. Sonra da belki sert yapılaşma önlemleri getirmek ve tıpkı trafikteki gibi, korsanlığı, yağmayı, disiplin ve düzen düşmanlığını yasalar ama uygulanabilir ve uygulanması da şart olan yasalar yoluyla denetim altına almak. Halkımızdaki o beceriyi, o kurnazlığı topluma en yararlı yollara kanalize etmek, o enerjiyi herkesin, hepimizin yararına olacak biçimde kullanmak... Ben de merak ediyorum: Roma kemerleriyle Bizans anıtlarını, Osmanlı camileriyle Boğaz yalılarını, Vedat Tek veya Sedat Hakkı binalarıyla Turing Kurumu onarımlarını ama aynı zamanda Sultanbeyli'yle Küçük Armutlu'yu, Sarıyer sırtlarıyla Beykoz tepelerini, Anadoluhisar evleriyle Küçük Çamlıca yapılaşmalarını ve benzer korkunçlukları aynı anda görecek yabancı mimarlar, ne düşünecekler? Allahtan ki onları "dünyanın en güzel kenti"ne değil, "dünyanın en sorunlu kenti" ne davet etmişiz. Böylece, belki kimilerinin kalp krizi geçirip ölmesi de engellenmiş olur!
|