Avrupa'dan Geçerken
Yunanistan'dan Türkiye'ye giriş yaparken sanki bir Avrupa ülkesine gelmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi
Geçen hafta tüm Avrupa'daki bayram tatillerinden yararlanarak yola çıktığım Selanik ve Kavala'dan sonra arabayla İstanbul'a uzandım. Yeni inşa edilmiş geniş otoyollarından Türk sınıra yaklaşırken, Yunanistan'ın gerçek bir AB ülkesinin standartlarına ulaşmış olduğunu görüyor insan... Yakın bir geçmişe kadar AB ülkeleri arasında en az gelişmiş bölge olan Batı Trakya'yı çevreleyen yollar bile Almanya ve İtalya'nın otoyollarını anımsatıyor artık... Gümülcine-İpsala kapısı eskiden 3 saatte kat edilirken şimdi tam bir saatte kat ediliyor. Buna karşın sınır kapısındaki Yunan gümrük binası eskilerde kalmış gibi... Küçük olduğu kadar memur sayısı da kısıtlı olan Yunan gümrük kapısı üçüncü dünya ülkelerini anımsatıyor. Gümrük memurlarıyla bu durumu konuşurken Yunan makamlarının ilgisizliğinden yakınıyorlar. Yunan gümrük binasının Türk tarafında yeni inşa edilmiş gümrük binasının yanında sefil görünümüne tahammül edemedikleri gibi iki ülke arasındaki karayolu ticaretinden dolayı sayıları her ay 500'er 500'er artan ticaret kamyonlarının belge işlemlerini yetiştiremediklerini söylüyorlar. Gerçekten de yol boyunca Yunan karayollarında o kadar çok Türk TIR kamyonu görülüyor ki "Acaba farkına varmadan Türkiye'ye mi geçtim?" sorusunu doğuruyor.
SINIRDA SAMİMİ SOHBET Arabanın gümrük işlemlerinden sonra iki ülkeyi duruma göre "ayıran" ya da "birleştiren" Meriç Nehri köprüsü üzerinden ağır ağır geçerken köprünün tam ortasında dalgalanan biri Yunan diğeri Türk, bayrak gönderlerinin dibinde ikisi Yunan ikisi Türk 4 nöbetçi askerin birbirleriyle çok samimi bir nizamda sohbet ettikleri dikkatimi çekiyor. Kornaya bastığımda ikisi güle güle anlamına da gelen "Yassas", diğer ikisi de "Hoş geldiniz" anlamına gelen aynı el işaretleri yapıyor. Türk gümrük binası gerçekten AB standartlarınca yapılmış. Sanki AB ülkesi Yunanistan'dan Türkiye'ye değil de herhangi bir 3. dünya ülkesinden Avrupa ülkesine giriş yapılıyormuş hissini uyandırıyor. Türk gümrük memurları ise eski yıllara oranla çok daha kibar çok daha güler yüzlü ve en önemlisi yardımsever. Oradaki gümrük işlemlerini de tamamladıktan sonra karşımıza çıkan "İstanbul" levhası 260 km'yi gösteriyor. Ne var ki İpsala sınırından Tekirdağ'a ve Tekirdağ'dan hemen sonra otoyolun başladığı Kınalı'ya kadar olan 100 km'lik yola girildiğinde tablo yeniden değişiyor ve kendinizi yeniden 3. dünya ülkesinde hissetmeye başlıyorsunuz. Az önce arkamızda bıraktığımız görkemli Avrupa standartlarına göre inşa edilmiş gümrük binasından on metre sonra başlayan ve sizi İstanbul'a götüreceğini vadeden daracık ve irili ufaklı yüzlerce tehlikeli çukur, hendek ve ön cama çarpan mıcırlarla dolu yol, son derece yüz kızartıcı... Ancak bir benzin istasyonu çalışanı, bu kötü yolun inşa halinde bulunduğunu ve yaza kadar otoyola dönüşeceğini söyleyerek bizi avutmaya çalışıyor. Kınalı'dan sonra en nihayet ulaştığımız otoyol, arabayı rahat rahat İstanbul'un göbeğine kadar getiriyor. İstanbul şehrine hangi noktadan sonra girildiği ancak git gide artan trafik yoğunluğundan anlaşılabiliyor. İki gün kaldığım İstanbul'da iş güç görüşmeleri, arkadaşlarla buluşma ve sohbet etme gibi "klasik" faaliyetlerin yanı sıra aradan 4 ay geçmesine rağmen, insanların YTL ile milyarlar arasında bocaladığını gözlemledim. Pazarlıklar hem YTL hem de milyar liralar üzerinden yapılıyor; aynı şekilde el değiştiriyor. Anlaşılan insanlar "milyarder" olma alışkanlıklarını zor terk edecek.
İSTANBUL'DA PAHALILIK ŞOKU Ancak herkesin çok yakından tanıdığı pahalılık ara sıra İstanbul'a gelen bizim gibileri şoktan şoka sürüklüyor. Bir bardak içkinin 50 milyon liraya içildiği gazinomsu -hem de sözüm ona tanıdık- bir tavernada resmen kazıklandığınız anlıyorsunuz. Başka bir yerde beğendiğiniz bir satranç oyununun piyonlarını "tanıdık" olduğunuz için "ucuza" satın aldığınıza inandırılıyor ama hemen ardından turist kazığı yediğinizin farkına varıyorsunuz. Nişantaşı semtinin AB'ye çoktan girmiş olduğunu kanıtlayan sıra sıra lüks mağaza ve restoranlarından çıkan "ehlileşmiş" kokularla her gün ayrı bir yaşam kavgası veren ve AB'ye asla giremeyecekleri izlenimini yaratan köhne mahallelerdeki enfes köftecilerin kokularının karıştığı İstanbul'a doyum olmadığını yüzüncü kez anlıyorum. Aynı yollardan gerisin geriye dönerken ve Tekirdağ'da herkesin köfte yeme alışkanlığının aksine, yol üstündeki büfeden aldığım sosisli sandviçi iştahla ısırırken, bir sonraki gün iş başı yapacağımı ve gündem maddelerini düşünüyorum.
|