|
'Yemekten önce bir kaşık' ideoloji
|
|
İran... Doğu'daki büyük komşumuz... Komşu, ama yine de çok az tanıdığımız bir ülke... Çok az gittiğimiz, çok az merak ettiğimiz, en çok yine Batı kaynaklı haber ve yorumlardan izlediğimiz bir uyuyan dev... İran'ın başkenti Tahran'da tam dokuz gün geçirdim. Bir haftası program gereğiydi, iki gün de hava koşulları nedeniyle kalkmayan uçaklardan ve de biletimi aldığım İran Air'in her gün İstanbul uçuşu olmamasından kaynaklandı. Sanat amaçlı bir davetti bu: 23'üncü kez yapılan Tahran sinema şenliğindeki uluslararası sinema bölümünde jüri üyeliği yapmak... Ama bu kadarı ve de özellikle resmi programdan arta kalan vakitte görüp yaşadıklarım, hayli bilgi edinmemi sağladı. Ve şu günlerde sahip olduğu nükleer enerji nedeniyle ABD'nin olası hedefi haline gelen ve aynı konuda AB ile görüşmelerini sürdüren bu ülke ve halkı üzerine sizlere kimi izlenimler sunmak istiyorum.
Kredi kartı geçmiyor İran'a ayak bastığımdan başlayarak hep sürprizlerle karşılaştım. Kimi olumsuzdu bunların: örneğin hiçbir kredi kartı geçmiyordu. Çünkü kredi kartlarının anası olan ABD ve Amerikan şirketleri, İran Merkez Bankası'nın kararıyla muhatap alınmıyordu. Zaten Humeyni devrimiyle birlikte tüm bankalar devletleştirilmişti, ama son yıllarda özel bankacılık yine de ufaktan ufağa başlamıştı. Sonra, tüm dünyada benim bildiğim bütün ülkeler arasındaki saat farkları bir sayısının katmanlarıyken, İran'da buçuklu farklar vardı: örneğin İstanbul-Tahran arası saat farkı bir buçuktu!... Üstelik telefon sistemleri uyumsuzdu, benim Telsim telefonum çalışmadı. Ve Fransa'dan Rusya'ya telefonu çalışmayan çeşitli yabancılarla karşılaştım. Böylece tablo beliriyordu: Batı dünyasının olmazsa olmaz tabanı sayılan hemen tüm teknik ve pratik verilere boşvermek, uluslararası ilişkileri kolaylaştıran birçok ortak kullanım ögesini silip atmak... Ve kendi kararları, seçimleri, değerleri ve alışkanlıklarıyla yaşayan bir toplum olmayı seçmek...
Mollaların denetimi İran'daki İslami rejim, kuşku yok ki büyük halk desteğiyle başa gelmişti. Yoksa büyük siyasal gücü, polis ve ajan ordusu ve gizli örgütleriyle koskoca Pehlevi hanedanının bir günde devrilmesi mümkün müydü? Son Şah Rıza Pehlevi'nin yazlık sarayını veya inanılmaz zenginlikteki İran hazinesini gezerken, gözlerim faltaşı gibi açıldı. Aynı anda, 1979 devriminin temellerini de kavradım. Müthiş petrol (ve başka sayısız yeraltı kaynakları) zenginliğine rağmen onca yoksul bırakılmış bir ülkede, böylesine abartılı hazinelerin üzerinde Avrupa'da bile varolmayan bir lüks ve görkem içinde yaşayan bir hanedan, eninde-sonunda yıkılmaya mahkumdu. İster İslami bir devrim olsun, isterse bir başkası... Ama, 26'ncı yıldönümü biz ordayken görkemli biçimde kutlanan İran devrimi bugün artık hâlâ aynı güce, aynı halk desteğine sahip miydi? "Mollalar" hâlâ her şeyi denetim altında tutabiliyorlar mıydı? Bu sorulara 'evet' demek de mümkün gözükmüyordu. Zaman kuşku yok ki İran devrimini de yormuş ve yıpratmıştı. Gerçi akla gelecek veya gelmeyecek her yerde devrimin babası Ayetullah Humeyni'nin ve yerini alan Hamaney'in resimleri vardı: caddeler, meydanlar, parklar, gökdelenlerin duvarları, sinemaların girişi, yuvaların önü vs. Birkaç İran kanalında, çok az sayıdaki söyleşi ve komedi programının yanısıra egemen olan, hemen hep erkeklerin ve daha da çok sarıklı hocaların katıldığı vaaz ve eğitim programlarıydı. Spor önemli yer işgal ediyordu: futbol, güreş, ama aynı zamanda basketbol veya tenis. Ama bir süre sonra, hem de devre arası filan olmadan, devreye Humeyni'nin sağlığında çekilmiş bir konuşması veya yakın zamandaki bir dini-hamasi yürüyüşün görüntüleri giriyor, dakikalar boyu sürüyor, sonra maç yeniden gösterilmeye başlanıyordu. Halk bu yayınları 'son derece sıkıcı' bulmakta birleşiyor gibiydi ve bu yüzden sayısız evde çanak antenle yabancı kanallar, en çok Türk kanalları izleniyordu. TV programlarında, afiş, pankart veya resimlerde hep belli birkaç temel kavram işleniyordu: iman, itikad, cihad, şehadet... İran din ve milliyetçiliğin eksiksiz bir sentezini yaratmış gibiydi. Ve devletin TV kanalları, rejimin dayanağı olan İslami inancı ve İslam büyüklerine saygıyı, kitlelere "her yemekten önce bir kaşık" formülüyle sürekli ve düzenli biçimde telkin etmeyi ihmal etmiyordu.
Aydınların korkuları Elbette derin İran'ın ve geniş kitlelerin düşüncelerini bilmiyorum. Ama aydınların rejime karşı memnuniyetsizlikleri açıktı. Aydınlar, fanatik kanada karşı kendi desteklerini de alarak başa geçen cumhurbaşkanı Hatemi'nin icraatini yetersiz buluyorlardı. Nitekim bunu hisseden eski başkan Rafsancani'nin yakın zamandaki seçimlerde adaylığını yeniden koyacağı söyleniyordu. Bir sinemacı bana şöyle dedi: "Hatemi, Rafsancani veya bir başkası. Hiçbir önemi yok. Gerçek iktidar mollalarda ve onların çağdaş ve zamana uymuş bir İslami yönetim kurmaya hiç niyetleri yok." En çok korkulan ve yakınılan şey, kimi kökeni belirsiz güçler ya da 'çeteler'di. Bunlar, sokaktaki 'uygunsuz' buldukları davranışlara müdahale etmekten, rejime muhalif düşüncelerini belirten aydınların evine girmeye çeşitli zorbaca işler yapıyorlar, ortalığa adeta bir terör havası saçıyorlardı. Bir sinema eleştirmeni şöyle dedi: "Mahremiyet diye bir şey yok. Evimize gelip video arşivimizi bile denetliyorlar." Bir sanatçının sözleri ise şöyleydi: "Bunların yönetime rağmen böyle işler yapan aşırı fanatik gurupların işi olduğu düşünülebilir. Ama ya bu güçler, resmi olarak yapamadıklarını gizlice ve el altından yaptırmaya kalkışan hükümetin güçleriyse? İşte bunu düşününce, hepimizin tüyleri ürperiyor."
|