| |
Son efsaneye veda
"Kudüs'ün çocukları! Buraya bir elimde zeytin dalı, diğerinde silahla geldim. Zeytin dalının düşmesine izin vermeyin!" Yasser Arafat, 13 Kasım 1974'te New York'ta BM Genel Kurulu'ndan dünyaya böyle haykırıyordu. Bir çığlıktı o sözler. Ama aynı zamanda bir ulusun doğuşunu da duyuruyordu. Oysa birkaç yıl öncesine kadar o ulus, tarihin yapraklarında kalmış kayıp kavimler arasında sayılıyordu. Her şey 1958 yılında bir akşam Kuveyt'te beş adamın hayallerini birleştirmesiyle başladı: Osmanlı İmparatorluğu'nda polis memuru olan, imparatorluğun dağılmasından sonra baharat ticaretine atılan Abdul Rauf'un 7 çocuğundan altıncısı Muhammed Abdul Rauf Arafat El-Kudva El-Hüseyni (bu uzun ada ilkokulda öğretmeni bir de kaygısız anlamına gelen "Yasser" sözcüğünü eklemişti), Salah Halaf, Halid El-Hasan, Halil El-Vezir ve Faruk Kaddumi. O toplantıdan önce bir gazete doğdu: Falastinuna, yani Bizim Filistin. Ertesi yıl ise bir örgüt: El-Fetih. Tek amaçları vardı: Silahlı mücadeleyle veya onların ifadesini kullanmamız gerekirse "Topyeksavaş"la Filistin topraklarının tümünü kurtarmak.
Oslo ve Camp David Yasser -Arapça telaffuzuyla Yasir- Arafat efsanesi böyle doğdu. Ya da modern çağların iki romantik kahramanından biri (diğeri Che Guevara). Zaten sorunu da sıradan insanların dünyasında efsane kalmak istemesi oldu. Halkına bir devlet istiyordu, ardında bir "bandustan" bıraktı. Filistin'i kurtarmak istiyordu, sadece baba yurdu Gazze şeridini elde edebildi. O da kağıt üstünde. Ve bir enkaz halinde. Kudüs'e dönmek istiyordu. Kutsal kenti Mukata'daki karargâhında asılı fotoğrafta görebildi. Oysa tarih ona cömert davranmış, iki, hayır üç, hayır hayır dört kez fırsat yaratmıştı. Özellikle ikisi Filistinliler'in de, İsrailliler'in de, Ortadoğu'nun da, dünyanın da kaderini değiştirebilecek kadar önemliydi: 13 Eylül 1993'te Beyaz Saray'da Başkan Clinton'un önünde İzak Rabin ve Şimon Perez'le birlikte o ünlü Oslo Anlaşması'na imza koyduğunda. Ve 2000 Temmuz'unda Camp David'de yine Clinton'un onca ısrar ve baskısına rağmen Ehud Barak'la anlaşmaktan son anda vazgeçtiğinde. İlki, yani imzaların atılmasından 5 yıl sonra bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını öngören Oslo Anlaşması, bir yandan İsrailliler'in Filistinliler'e bırakılacak topraklarda yeni yerleşim merkezleri inşa etmeleri ve Hamas ile İslamı Cihad'ın kanlı saldırılarıyla yaralandı, aşırı sağcı bir İsrailli gencin İzak Rabin'i öldürmesiyle son nefesini verdi. İkincisinde ise Arafat şanına gölge düşeceği korkusuyla ödün vermekten kaçtı. Hem de Ehud Barak, Doğu Kudüs'ü teslime bile razı olacak noktaya gelmesine rağmen.
Nobel var, barış yok Çünkü o hep efsane olarak kalmak, tarih kitaplarında Selahaddin Eyyubi ve Ömer Bin Hattap ile birlikte "Kudüs için savaştı" yargısıyla anılmak istiyordu. O yüzden Nelson Mandela gibi efsanelikten "sıradan" devlet adamlığı basamağına bir türlü inemedi. İnemediği için de kefiye ve zeytin yeşili üniformasını hiç üstünden çıkarmadı. Gardrobunda asla takım elbise ya da smokin olmadı. Filistin-İsrail barışına çabaları nedeniyle 1994'te Nobel Barış Ödülü aldı. Daha doğrusu Şimon Perez ve İzak Rabin ile ödülü paylaştı. Ondan önce de Arap-İsrail barışına katkıları nedeniyle 1978'te Enver Sedat ile Menahim Begin, Nobel Barış Ödülü'nü almışlardı. Ancak ne Filistin-İsrail barışı sağlanabildi, ne de Arap-İsrail barışması. Umarız BM Genel Kurulu'nda (ABD'nin Arafat'a giriş vizesi vermemesi nedeniyle Cenevre'de toplanmıştı) 13 Aralık 1988'de ikinci ve son kez çıktığı kürsüde yaptığı dua yerini bulur: "Allahım, barış sensin. Barış senden gelir, sana döner. Yüce Allahım bizi barış içinde yaşat ve cennetine, o barış mekânına kabul et..." Ve dileriz bir gün mezarı Kudüs'e, El Aksa Camii'nin avlusuna nakledilir.
|