Kırmızı Ev'de sanat zirvesi
Koleksiyon röntgencileri, bir ev gibi dizayn edilen sergi salonunda eser-sahip ilişkisine yakından tanık oluyor.
Bir gün, bir tablosunu aldığım genç bir ressamı, yaptığı tuvali bir de "Gelin gittiği" yerde görsün diye evime davet etmiştim. Sanatçı kapıdan içeri girer girmez, atölyesinden çıkan bir eserin yabancı bir evde nasıl bambaşka bir objeye dönüştüğünü anlatmaya başlamış ve bütün geceyi, ona daha iyi bir yer bulma umuduyla evimin her metrekaresini didik didik ederek geçirmişti. O gün, kimi sanatçıların, eserleriyle alıcıları arasındaki ilişkiyi kıskandıklarını fark ettim ve tanıdığım birkaç sıkı koleksiyoncuyu gözlemlemeye başladım. Bir eserin peşinden binlerce kilometre katetmeye üşenmediklerini, yeni bir parça bulduklarında nasıl bir adrenalin patlaması yaşadıklarını anladıkça da, bu tutkuyu seyretmeye iyice sardırdım. Hele hele, Londra ve Paris'teki ünlü müzayede salonlarında yaşanan psikolojik savaş, "Meraklıları için" bir macera filmi kadar heyecanlıdır.
200 SANATÇI 500 ESER Bu meseleye kafasını takan bir ben değilmişim meğer. Bugünlerde "Parizyenler" akın akın şehrin en havalı mekanı olan "Kırmızı Ev"e koşturup, koleksiyonculuk tutkusu hakkında ahkam kesiyorlar çünkü buranın kurucusu Antoine de Galbert cin gibi bir fikir bulmuş. De Galbert, çulsuz bir galerici olduğu uzun yıllar boyunca hep koleksiyonculara özenir, onların evlerine girip çıkarken, bir koleksiyonun nasıl oluştuğunu hayranlıkla seyreder. Sonra eline bir miras geçince, nihayet muhteşem bir koleksiyon oluşturur. Ardından da kendisi gibi, başkalarının koleksiyonculuk lüksünü "Röntgenlemeyi" sevenleri mutlu edeceğini düşünerek, dünyanın dört bir yanındaki koleksiyoncu dostlarından bir ricada bulunur: Satın aldıkları eserlerle kurdukları ilişkiyi anlatmalarını ister. Bunun için de, onlardan, eserlerini koydukları odayı olduğu gibi "Ödünç alır". Ve dünyanın dört bir yanından 16 ünlü koleksiyoncunun evlerindeki birer oda, Paris'teki iki bin metrekarelik sergi salonunda bire bir yeniden kurulur. Birinin ofisi, bir diğerinin salonu, kiminin yatak kiminin yemek odası... Maksat, seyirciyi "Röntgenci" yerine koymak, bir kapının ya da pencerenin aralığından, onların sahipleriyle olan özel ilişkisini göstermek... Sergide, çoğu dünyaca ünlü olan iki yüz sanatçının beş yüz eserinin gerçek hayatlardaki yerini anlıyorsunuz. Bir evin salonunda çağdaş eserlerle antikaların nasıl bir arada yaşadığını görüyorsunuz. Bir başka evin tavan arasında duran kafatası ve asırlık insan kemiklerini görünce bir insanın bunlarla nasıl yaşayabildiğini sorguluyorsunuz. Bir yatak odasındaki erotik objelerle işkence aletine dönüştürülmüş sanat eserlerini görünce sahiplerinin ruh sağlığından kuşkuya düşüyor ama bir yandan da çok etkileniyorsunuz. Birkaç yüz bin dolarlık bir eserin bir tuvaleti süslediğini fark edince ister istemez sahibinin ihtiyaç molasını fena halde kıskanıyorsunuz. Başka bir tuvaletteyse asırlık ikonaları görüyor ve "Aynı eser bir müze koleksiyonunda olsa günde on kere nem oranı ölçülürdü" diyorsunuz. Kesin olan tek şey şu ki, "Koleksiyonculuk aşkı"; birçok yeni zenginin yaptığı gibi bir danışmana paralar döküp "Hadi canım, koş bana bir koleksiyon al" demek değil; onu kendi zevkine göre, zamanla, peşinden koşarak oluşturmak ve onunla yaşamanın keyfini çıkarmaktır...
Sedef Ecer
|