| |
|
|
İdeolojik kehanetlerin antidotu "zaman"dır
Yazın deniz üzerindeki son tatilini yapmak için Göcek'e giderken, yanıma "Toplumsal Tarih"in eylül sayısını da almıştım. Dergide Rıfat Bali'nin yakın tarihe dönük ilginç bir medya arkeolojisi çalışması vardı. Türkiye'de ilk kez mükelleflerin ödeyecekleri vergi miktarı, 1965'te kamuoyuna açıklanmış. Bu listede Rum, Ermeni ve Yahudi asıllı iş adamları çoğunlukta olunca da, basında tartışmalar başlamış. Örneğin İlhan Selçuk 1965 Ağustos'unda Cumhuriyet'teki yazısında, "Üzüntüyle söyleyeyim ki, açıklanan vergi tabloları zavallılığımızın, geriliğimizin, yarı sömürgeciliğimizin, az gelişmişliğimizin hazin bir tablosu gibi gözler önüne serilmektedir" demiş. 1967'de Yön dergisinde Hilmi Özgen de tartışmayı şöyle canlandırmış: - Bunca yıllık devlet himayelerine ve geniş halk kitlelerinin insafsızca sömürülmesine imkan veren göz yummalara rağmen, milli kalkınmamızı sağlayacak özel sermaye teşekkül edememekte ve milli gelirin aslan payı aracıların eline geçmektedir. Dergide, 1965'te yıllık net gelirleri 1 milyon liranın üzerinde olan 16 mükellefin isimleri ve ödedikleri vergiler de listelenmişti. Zaharya Bovetes, Nesim Anter, Avedis Kazancıyan, İzak Alfandari gibi isimlerin yanında, Asım Ülker, Sabri Ülker, Haldun Simavi ve Erol Simavi, Türk asıllı yegane isimlerdi. Yıl 2004 şimdi. Bu listede yer alan isimlerden, sadece Sabri Ülker, "Ülker Grubu" olarak piyasada. Ağabeyi Asım Ülker 90 yaşında vefat etmeden önce hisselerini kardeşi Sabri Ülker'e devretmiş. Haldun ve Erol Simavi de, listede yer alan azınlıklara mensup diğer isimler de, ticaret ve sanayi dünyasında yoklar. Buna karşı "En Büyükler" ve "Vergi Rekortmenleri" listelerinde, "Yerli" sermayenin ağırlıklı olduğu şahıs ve şirket isimleri çoğunlukta. Yani 1965'te bir vergi listesine bakarak "Battık, sömürge olduk" diye yakınanlar, fazla öngörülü çıkmamış. Ve keşke Türkiye Kıbrıs Krizi'ne ve buna benzer siyasi-ekonomik krizlere yakalanmasaydı da, 1965'te listelerde vergi rekortmeni olanlar, bugün de aynı yarışı sürdürselerdi. Bitmek tükenmek bilmeyen ikilemimiz bu değil mi? Hem "Yabancı Sermaye" gelmiyor diye yakınırız. Hem de Türkiyeli sermayeyi, bazen "Varlık Vergisi" ile, bazen "Anti Semitizm"le, "bazen "Azınlık Düşmanlığı" ile horlayıp kaçırırız. Türkiye'den, Atina'da Faleron'a sığınan İstanbullu Rumlar'la konuşmuştum bir Yunanistan seyahatimde. Yeniköylü Koço, şöyle özetlemişti durumlarını: - Biz İstanbul'dayken Rumca konuşup Türkler'i kızdırırdık. Burada da Türkçe konuşup Yunanlılar'ı kızdırıyoruz. Hepimiz çağanoz gibi olduk. İçimize kapandık. Sözün sonunda gelmek istediğim nokta şu: Dünyalı ve gelişmiş bir toplum olmak için, ille de Avrupa Birliği kriterlerine uymayı beklemeyelim. Kopenhag Kriterleri öngörmese bile, mesela şu Heybeliada Ruhban Okulu'nu açalım. İttihatçılık ve Jakobenliği evlendirip, "Türk Baasçılığı"na "Ulusalcılık" falan demeyelim. Kendi beceriksizliklerimizi, anti emperyalist ideolojilerle, ırkçılıklarla, yabancı düşmanlığı ile örtmekten kaçınalım.
|