|
Kyoto'da kiraz çiçekleri Seville'deki yaseminler
|
|
Batı ya da Doğu'da, büyük şehirlerin kendi resmi ile iç içe, onunla maruf bir de oteli vardır. Bir de bunların özel odaları... Size sunulan anahtar sanki o odanın değil de bir hatıralar kutusunundur.
Otellerin; en iyisi, en kötüsü, hepsinin ortak bir dili vardır. Ketumdurlar. Size bakar, sizi dinler ama hiçbir şey anlatmazlar. Öyle ki bir tanıdığınız olsa bu otel, diyelim ki on yıl önce kaldınız, sizi sizin istediğiniz miktarda tanır, öyle anlatır. İşte o kadar. Gerisini unutmuş gibi yapar. Oysa her şey oradadır. O duvarların hafızasında... Belki de otellerin gizemi de budur. Neşeleri, hüzünleri, ayrılıkları, kavuşmaları... Hepsini kendi sinemanızda, kendi senaryonuzla oynatırsınız. Bir tek set değişmez: Otel. Ne zaman seyahat etsem araştırır, iki cins otelin peşine düşerim. İlki "old grand lady" denilen 18-19. yüzyıl otellerinin. İkincisi tarih ve gelenekle yoğrulmuş küçük otellerin. "Ne farkı var?" diyeceksiniz. Anlatayım. Old grand lady dediğimiz oteller, turizmin yeni filizlendiği dönemlerden kalma, güngörmüş kulüpler gibidir. Çoğu zaman aynı ya da benzer müşterileri olmuştur. Hatta buraları ev bellemiş, 20-30 yıl kalanlar da mevcuttur. Bu otellerin bir kısmı zamanla ekonomik ömürlerini tamamlasalar da kadirbilir toplumlar, onları elden çıkarmazlar. Bizim gibi "Yeni olsun da ne olursa olsun" toplumlarında bu tarz oteller de avucumuzun içinden kayıp gidiverdi. Cadde-i Kebir'deki Tokatlıyan, Tarabya'daki yazlık Tokatlıyan, Büyükdere'deki Bellevue ilk akla gelenler. Artık yoklar. Sanki Pera Palas orada mı? Ancak ismi ile... Oysa bugün her büyük şehrin, Batı ya da Doğu'da, kendi resmi ile içiçe, onunla maruf bir de oteli vardır. Bugün, örneğin, Raffles olmadan Singapur olur mu? Ya Peninsula olmadan Hong Kong, St. Regis'siz New York? Claridge's olmaksızın Londra ya da Plaza Athenee'yi çıkarın Paris olur mu? İşte bu oteller bulundukları coğrafya mozağinin vazgeçilmez renkleridir. Hem sosyal tarihinin hem de kent mimarisinin. İnsanları kendilerine çekmelerinin sırrı da buradadır zaten. Bu mütevazı, güngörmüş hanımefendilerin şıklığından etkilenmemek ne mümkün?
10.YÜZYIL'DAN KALMA BİR EV Bir de bunların özel odaları vardır. İçinde şu kaldı, bu oldu odaları. Size sunulan anahtar sanki o odanın değil de bir hatıralar kutusunundur. Bir kere açtınız mı, odanızın ortasında, balkonunda, kıyısında envai çeşit hologram boy gösterecek, biraz daha öne geçip tiradını okumak için can atacaktır. Zaten ömürleri de o kadardır. Gelelim ikinci fasla. Küçücük oteller, butik diyoruz ya şimdi. İşte onlar. Gerçekten baştan çıkartıcı olabilirler. Benim favorim Kyoto'dadır. Geleneksel Japon-hanı tabir olunan Ryokan'ların takımadalardaki en güzel örneğidir: Hiiragiya. 25-30 irice odadan mürekkep bir 17. yüzyıl evi olan bu otel, açıldığı günden beri aynı ailenin elinde işletilmektedir. Bir talih Kawabata'nın odasında kaldım. Nobel ödüllü ünlü yazarın "Hüzün ve Güzellik" adlı eseri için bu odada aralıklarla 2-3 ay kaldığı olurmuş. Geleneksel mahalli hayatı sürdürebileceğiniz Hiirigiya'nın sadece mimarisi değil, mutfağının da sizi başka bir aleme atacağından emin olabilirsiniz. O kayar kağıt duvarlar, ıhlamur ağacından mamul küvet. Bahçe ile odanın ilişkisi, kiraz çiçekleri... Sadece turistler için değil, artık bu eski hayattan uzaklaşan ama özlemle keşfe çıkan Japonlar için bile karşı konulmaz. Biliyor musunuz; tam, "işte bu küçük oteller tahtında Hiiragiya oturuyor" derken, iki yıl önce tesadüfen Seville'de bir yemeğe davet olundum. Şehrin merkezine araba ile yarım saat mesafede. Bazen bir şey görürsünüz ya, kayıtsız kalamayacağınız... İşte Hacienda Benazuza, bunlardan. Buradaki sükun dolu güzellik her göreni çarpıyor. Ne yaptım ettimse iki yıl zorla sabrettim. Geçen ay yolum tekrar Seville'e düştüğünde artık nerede kalacağımı biliyordum. Hadi itiraf edeyim: Hacienda Benazuza'da kalmak için bir Seville gezisi icad ettim. Burası 10. yüzyıldan kalma bir "ev". O zamandan beri Benazuza Kontu'na ait olan ev, mimarisinin ona verdiği cazibe ile de yetinmemiş. 2000 yılında yapılan bir anlaşma ile otel mutfağını Ferran Adria'ya teslim etmiş. Hatırlayacaksınız. El Bulli Restaurant'ın sahibi olan bu İspanyol, New York Times da dahil olmak üzere dünyanın dört bir tarafında en iyi aşçı olarak tavaf olunuyor. Dolayısıyla Hacienda Benazuza'nın El Bulli Hotel-Resorts'a dahil oluşunun nasıl bir çekim yarattığı izahtan vareste. Otelin iddialı lokantası Alqueria'da servis olunan menü, bir "Ferran Adria klasiği". Toplam 44 oda ve suitten mürekkep otelin belki de en hoş tarafı her müşteriye kaçacak kişisel kovuklar sunuşu. Gündüz vakti neredeyse kimseyi görmüyorsunuz. Akşamla birlikte içiçe geçmiş avlulardan, sümbül teber ve portakal çiçeği rayihalarının arasından geçerek sanat eserleri ve antikalarla bezeli bara geliyorsunuz. Burası orijinal mimarisi içinde değerlendirilmiş bir mekan. Yaklaşık altı metre yükseklikte. Bir ucunda bilardo ve puro salonu, diğer ucunda ise bar mevcud. O denli ince bir zevkle döşenmiş ki! Türkiye'de turizm yatırımı yapacak herkesin bir kez görmeden işe başlamaması gerekir diye düşünüyorum. Odalara girdiğinizde ne koktuğunu bulmaya çalışıyorsunuz. Beyhude. Endülüs gecelerinin kokusu yasemin mi? Kimbilir? Oda hizmetlileri, behçenin gerilerinde yerleşik limon ağaçlarının, yeşil mandalina ve portakal çiçeklerini topluyorlar. Ütü odasına getiriyorlar. O rayihanın ütülenen ketenlere transferini sağlıyorlar. Siz uyurken yavaş yavaş tebahür etsinler diye... Rüyalarınıza kadar!
|