| |
Yaşasın ben bir foto muhabiriyim
İnanmayacaksınız belki ama, öyle... Fotoğrafçının ruh durumu çektiği fotoğrafa aynen yansır. Hele foto muhabirleri; zamanı hangi karede dondurmuşlarsa; o karenin her yanında görünmez duyguları gizlidir. Bir ressamın içi tuvale nasıl yansıyor, bir yazarın haleti ruh iyesi satırlarına nasıl siniyorsa, foto muhabirinin de öfkesi, hüznü, coşkusu, sevdası, sevinci öyle nüfuz eder çektiklerine... İşe yüreğini koyan her fotoğrafçının bildiği bir şey daha vardır. Fotoğraf çekmek, hele de iş için değil de, keyif için, kendin için yaptığında müthiş bir arınma ve terapi seansıdır. Konunun, objelerin, renklerin, ışığın, açı bulmaların sihrengizliğinde her şeyi unutur, yeni bir boyuta sıçrar, pürü pak oluverirsin... Edirne'den ötesi Meslek içi kulvarların çoğunu dolaştım 30 yılda. Karargahta oturmak dışında her işe değdiğim oldu. Ama sorsalar; "sen önce nesin mesleğinde?" deseler, göğsümü gere gere foto muhabiriyim ben derim. Gururla, iftiharla, coşkuyla söylerim hem de bunu. Kimileri küçük görse de, basın sektöründe, daha başka mevkilere atlama tahtası sanma yanlışına düşse de foto muhabirliği mesleğimizin temel taşı, olmazsa olmazıdır... Dünya medyasında yazısı, çizgisi, haberi, söyleşisi yayınlanan meslektaşlarımızın sayısı azdır ama , uluslararası medyanın sayfaları sayısız Türk fotoğrafçının imzasıyla doludur... Gaz kuyruğu Şimdi izninizle zamanda bir yolculuğa çıkmak isterim sizinle. On yıllar öncesine gideceğim, benimle gelirseniz sevinirim... Yıl 1974... Dünya Gazetesi'nin istihbarat ve spor servislerinde stajyer foto muhabiriyim. Elimde ucuzundan Rus Malı bir Zenith-E. Filmler sarma ve kelepir Polonya işi... Gün boyu kuyruk resimleri peşine koşturuyoruz en çok. Çünkü gazete CHP muhalifi ve devrin başbakanı Ecevit'e "bak senin zamanında et kuyruğu, süt kuyruğu, tüp gaz kuyruğu, benzin kuyruğu ne kadar uzadı!" diyen başlıklar için ha pasa kuyruk resmi kollamaktayız... Cahil cesareti Gecelerden bir gece. Bir arkadaş evine ziyarete gidiyorum. Yedikule civarı bir yer. Tam kapıdan gireceğim müthiş bir gümbürtü kopuyor. Çantam, makinem omzumda iyi ki. Sesin geldiği yere doğru koşturmaya başlıyorum. Az ötede bir sarı bina, karakol binasıymış. Camından içeri bomba atmışlar. Kapıda panik içinde bağıran hatta ağlaşan polisler. Feryat ediyorlar; "arkadaşlarımız ölüyor!.." Ellerinde tabancalarıyla gelebilecek ikinci saldırıyı püskürtmeye hazır haldeler. Tam o sırada içeriden ağır yaralı, kanlar içinde, üstü başı lime lime olmuş, bedeninden dumanlar tüten iki polisi çıkarıyorlar.
Cahil cesaretiyle ta yanlarına sokulup 2-3 kare flaş patlatıyorum. Birden bana doğrulan bir tabanca ve şakası olmayan bir ses; "Defol git sererim seni yere!.." Toy bir çocuk Ettiğim haltı o an anlayıp var gücümle uzaklaşıyorum oradan... Son hızla gazeteye geliyorum. Filmleri yıkayıp, basıyorum. Dehşet kareler gerçekten de. Gece nöbetçisi hemen genel yayın yönetmenini arıyor. O saatten sonra sayfa değiştirme imkanı yokmuş bizim için. Az sonra bir telefon geliyor servise. Arayan Hürriyet'in efsane istihbarat şefi Mehmet Türker. Nasıl öğrendiyse öğrenmiş, fotoğrafları benim çektiğimi biliyor ve "biz de kullanabilir miyiz?" diye soruyor . Toy bir stajyerim, benim sözüm neye geçer ki?. Patronlara haber gidiyor ve az sonra izin çıkıyor. Alıp Hürriyet'e götürüyorum o 3 fotoğrafı. Kimse yüzüme bakmıyor bile. İlgilendikleri tek şey o resimler... Evi de eşi de Ertesi gün 1. sayfadan kocaman giriyor 2 fotoğrafım. İmza yerinde ise (özel) yazmakta... Daha da ertesi gün şefimiz "Mehmet Bey seni çağırıyor, git konuş" diyor ve yine tırmanıyorum yokuşu. Yanına vardığımda omzuma vurup; " Aferin evlat. İyi iş yaptın" diyor ve bir zarf uzatıyor bana. Teşekkür edip ayrılıyorum oradan. Daha köşeyi döner dönmez açıyorum zarfı. Aman Allah'ım. Tam 2 bin 500 lira var zarfta. Aylık telifi 800 lira olan bir stajyerim ve 2 kare fotoğrafa bu parayı vermiş bana Mehmet Türker... 2 saat sonra Sultanahmet'te bir bankta oturmuş hüngür hüngür ağlamaktayım. Niye mi?.. Niye olacak sevinçten. Çünkü o 2 saat içinde yanıma ustam Kemal Önder'i de alıp Sirkeci'ye inmişim. Oradan pırıl pırıl bir Nikormat makineyle 35 mm'lik bir geniş açı ve 43 - 86 zoom almışım. Haydan geleni huya değil, fotoğrafçılıktan geleni fotoğrafçılığa yatırmışım yani yaşasın... Daha sonra evimi, eşimi, çocuğumu geçindirdiğim parayı da işte o makineyle sağlamışım yıllar boyu... Kıpır kıpır Ve gelelim zaman tünelinin son günlerine. Artık köşe yazarlığı yaptığımdan. Sanki üstüme vazife değilken kotardığım haber ve foto röportajları taktir eden bazı büyüklerimiz oldu geçen günlerde. Onların o jesti beni ta eski yıllara, yukarıda anlattığım günlere savurdu ansızın. Bu kez iki saat sonra değil belki ama 2 gün sonra yine Sultanahmet'de yine bir bankın üzerinde oturmuştum. Bu kez ağlamasam da, inanılmaz bir keyfi hissediyordum yüreğimde. Çünkü yine Sirkeci'ye inmiş, çok çok istediğim yeni model bir fotoğraf makinesinin ilk taksitini yatırıp sahip olmuştum ona. İçimdeki kıpır kıpırlık o gün çektiğim fotoğraflara sinmişti elbette. Ve o anda çok istedim; sormalarını "sen kimsin, nesin?" deseler de, şöyle ağzımı doldura doldura "Ben foto muhabiriyim" desem diye çok çok istedim biliyor musunuz?..
|