kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
1 Şubat 2009, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Emlak Buzz
 
24 Saat
24 Saat
Güz Sancısı

Güz Sancısı: Bir dönem piyesi

YEŞİM TABAK
30.01.2009
Ne zaman bir filmin çok belirgin bir etiketi olsa, sonuç büyük ihtimalle o etiketin ötesine geçmiyor.
Güz Sancısı da, bir '6-7 Eylül Olayları filmi' olarak, 1955'teki kitlesel vahşeti gündeme getirdiğiyle kalıyor. "En azından genç kuşağı durumdan haberdar etmiş olmak" böylesi bir yapım için fazla iddiasız. Önemli olan seyirciye geçmişi (ve mümkünse bugünü) sorgulatmaksa, basmakalıp çerçevelerin dışına çıkmakla başlanabilir. Güz Sancısı'ndaki Rumları ve dekor hissi yoğun İstanbul'u izlemek, "Beyoğlu'na ayakkabılarımızı boyatmadan çıkmazdık," diye başlayan bir hikâyeyi dinlemeye, sonra da gidip İnci'de profiterol yemeye benziyor. Üstelik, "Rum komşularımızla eskiden çok iyi geçinirdik" kısmı bile atlanmış.
Filmdeki Rum komşularımız, fahişelik yapan 'işveli çocuk kadın' (Beren Saat), onu kibarca pazarlayan babaannesi (Zeliha Berksoy) ile, papyonlu, naif, oyuncakçı amca (Avni Yalçın). Ve birarada, sanki zaten hiçbir zaman buradaki hayatın gerçekçi bir parçası olmamış, hep bir şehirlilik ve zenginlik fantezisi olarak kalmış görünüyorlar.
Filmdeki Türkler ise şöyle: Gözükara solcu (en kötü repliklerle 'cezalandırılan' Okan Yalabık), tüm galeyanı başının altından çıkaran birkaç kötü adam (Hüseyin Avni Danyal, İlker Aksum), onurlu bir genç kadın (Belçim Bilgin) ve cibilliyetsiz aydın kişi (Murat Yıldırım). Tüm bu tiplemelerin, senaryonun matematiğinde sadece birer atımlık kurşunu var.
Yıldırım'ın canlandırdığı Behçet, Türk aydınının nasıl da sessiz kaldığını simgelemek üzere aramızda. Fakat Behçet'in tepkisiz kişiliği öyle işlenmiş ki, elimizde, karaktere dönüşemeyen bir ana kahraman var. Oyunculara (belli ki) seyirciyle paylaşacak pek bir malzeme sunulmamışken, figürasyondan da daha fazlasını beklememek lazım. Yağma sahneleri, dehşeti yansıtmanın çok uzağında; bu sahneler boyunca güzel Rum kızı sokaklarda şaşkın şaşkın dolanırken, yağmacı kitle fon manzarası gibi duruyor. Gerçi sokaklara dökülmüş kalabalığın içinde habire Ruhi Sarı'ya rastlayıp durmak, ya da kürk çalan Zuhal Olcay'la karşılaşmak, filmin en azından bir çeşit 'sinemasever eğlencesi' sunduğu anlar arasında.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin Behçet'e sunduğu 'olası vatan hainleri' listesinde Zeki Demirkubuz'un adının yer alması da, iyi bir şaka olarak aynı kategoride.
Filmde bunun dışında tutunacak küçük bir dal bulmak bile zor. Güz Sancısı olayların perde arkasıyla değil, perdede göründüğü kadarıyla ilgileniyor. Galeyanı kışkırtan Cemiyet'in faaliyetlerinin ucu kime nasıl uzanıyordu, yağma öncesinde ve sonrasında Türk halkının Rumların memleketteki varlığıyla ilgili yaklaşımı neydi, filmde bunlara dair bir ipucu yakalamak mümkün değil. Haliyle, 6-7 Eylül'le sahici bir hesaplaşma da gerçekleşmiş olmuyor. Aslında politik detaylara girilip girilmemesi o kadar da önemli olmayabilirdi; eğer filmin bir duygusal dünyası olabilseydi, karakterler 'dönem filmi'nin kuru bahanesi olmakla kalmasalardı. Ne de olsa insanları dramatik bir hikâyeyle düşünmeye sevk edebilmek için, önce biraz da duyguları harekete geçirebilmek gerekiyor.
Suya sabuna dokunduğu gibi bırakan politik filmlerin birer duyarlılık eseri gibi sunulması, Hollywood'un kusursuz prodüksiyon şartlarıyla, en azından bir nebze çekiliyor. Gerisi, 'dönem piyesi'. Altı çizilmek istenen sahnelerde müziğin sesini sonuna kadar açmak faydasız.