kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
30 Kasım 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
UMUR TALU
Dipsiz Kuyu

Yaşayan ölülere otopsi!

Elimizle, tırnaklarımızla yeniden mezarları açıyoruz.
Mezarlara beton dökülmüş, cesetler parçalanmış, kemikler toz edilmiş, bir ışık arıyoruz.
Hakikatten bulabildiğimiz kemikleri, bir kefen parçasını, çoktan toprağa karışmış bir tutam hatıra kalıntısını morglara taşıyoruz.
Soğuk otopsi masasında boylu boyunca sorularımız yatıyor.
Bir torba kemik, bir dirhem kanıt, bir çuval merak yatıyor.
Bir mezardan bir albayı çıkartmışız, bir başkasından gazeteciyi, bir ötesinden bir profesörü, topluca katledilmiş gençleri, köylüleri, askerleri derin uykularından uyandırıyoruz, kendimizi uykularımızda sarsıyoruz, kabuslar arasında yüzümüzün karasıyla yüzleşmek istiyoruz.
Onu kim öldürmüştü, ötekini kim, berikini nasıl, şu karanlıktaki kimdi, şu hakikatte neydi? Muamma bir tarihin orta yerinde...
Onlar bizim yaşayan ölülerimiz ve hakikati bulmadıkça, bilmedikçe, biz ölü yaşayanlarız!


12 yıldır
Aşağıdaki yazıyı tam 12 yıl önce, 4 Aralık 1996'da Milliyet'te yazmışım:
"Cumartesi anneleri denen kayıp yakınlarını biliyorsunuz. Fazla ilgilenmemiş olsanız dahi, en azından duydunuz.
"Toplum" olduğumuzu sanıyorsak, o insanlara gerçeği borçluyuz. İnsan toplulukları, aralarından birilerinin haksız yere ödedikleri bir bedeli de toplu halde üstlenebiliyorsa anlamlı bir toplum olabilirler.
Oylarımızla "meşruluk" kazandırdığımız bir düzen var ve bazı insanları "aramızdan" alıp yok edebiliyor.
Bu, kimsenin kendine ait sorunu olamaz. Toplumsak eğer, basılan toplumsal damardır.
Bunun karşısına kimse başka acılı insanları, örneğin şehit yakınlarını da koyamaz.
Her ikisi de tek tek ve toplu halde sorgulanacak ağacın kollarıdır.
Bir gazete haberinde, orgeneralin, Eşref Bitlis'in ölümündeki gerçeği arayan yakınlarına rastlıyorsunuz.
Bir başka haberde, hırpalanan bir kadın, Tomris Özden "şehit albay" kocasının ölümündeki sırların peşine düşmüş.
"Kurşun atan şerefliler" vesilesiyle, 18 yıl önce katledilen 7 genç zaman tünelinden çıkıp geliverdi. Yok edilen evlatlarının ardından çökmüş, kimi dayanamamış, kiminin acısı küllenmeye yüz tutmuş yakınları 18 yıllık karanlığın içinde gerçeği aramaktan bitkin düşmüş.
12 Eylül öncesinden kalan, bugün çoğalan binlerce aile, yüz binlerce insan içimizden birileri.
Onlara müthiş borçluyuz. Gerçeği, "ucu kime giderse gitsin", o uçlara hesap sormayı borçluyuz.
İşinizde gücünüzde huzurlu ve mutlu olma çabalarınıza saygı duyuyorum sayın okur.
Ancak, bu borçları siz, biz, hepimiz yüklenmedikçe, onur duyacağımız, güven duyacağımız bir ülkemiz olmayacak.
Ne çocuğunuzun başarısı, ne takımınızın galibiyeti, ne bir şirkete kalite ödülü, ne bir doktorun yeteneği, ne "Türkiye'de güzel şeyler de oluyor" tesellileri ülkenin onurunu ayağa kaldırabilir.
Bu borca sünger çekemeyiz. Fark etmesek de, umursamasak da, peşimizi, yakamızı bırakmayacak.

Linç hukuku
Yazılar yazıları, acılar acıları kovalamış.
Bu ülke, devlet (ve millet), sivil ve asker yetkili, hükümet ve adalet olarak "Albay kocasının ölümündeki hakikati arayan bir kadın"a ne yapmış, hatırlıyor musunuz?
Kadını itibarsızlaştırmak, kocasını sevmediğini, kocasının onu sevmediğini kanıtlamak, dedikodu yaymak, kadını kamuoyunda ve mahkemede mahkum etmek, teröristle işbirlikçi saymak, hain kılmak, kadın erkek hep birlikte kadını linç etmek.
Bir merakım şu:
O sırada, şimdi yaşı müsait olan siz mesela, evet siz beyefendi, siz ne düşünmüştünüz?
Milliyet'te, 25 Mart 1997'de şunu yazmışım:
"Objektif hukuk yönünden salt statüsü ve sıfatını taşısa dahi, eşin ölümünden dolayı manevi tazminata esas alınabilecek acı ve elem duymasından söz edilemeyeceği..."
... Bu mahkeme kararına, eşinden boşanmak için açtığı bir dava dilekçesi gerekçesiyle, şehit Albay Özden'in karısı Tomris Özden muhatap oldu.
Ortada, "beni hiç sevmedi" veya "hiç sevmiyor" diyen bir eş yoktu.
Sadece, "manevi tazminat" talep eden, boşanmamış, belki hiç boşanmayacak, her halükarda yıllarını paylaştığı kocasını, kızlarının babasını, (tutun ki artık pek sevmiyordu kim bilebilir) sevmiş olduğu adamı yitirmiş bir kadın vardı.
Hayatı paylaşmış olduğumuz birisinin ölümünden (öldürülmesinden ve üstelik kuşkulu biçiminden) "acı ve elem duymadığımız"a kim karar verebilir?
"Boşanma davası sonunda ulaşmak istediği sonucu, eşin şehit olması nedeniyle elde ettiği..."
Hangi boşanma davasında "ulaşılmak istenen sonuç", eşin ortadan kalkması olabilir?
Boşanma davası açan herkes, dolaylı yoldan katil midir?
Hayata, duygulara karşı hoyratlık artık paçalarımızdan akıyor!"
Kocası öldürülmüş bir kadına bunlar da yapılmıştı..
"On"ca yıl geçti; şimdi mezarı açtık, "kocasını kim öldürmüştü" diye hakikate otopsi yapıyoruz!
Oysa hakikat o gün de orada duruyordu. Albay henüz sıcaktı, kadın henüz parçalanmamıştı, katiller iz bırakmıştı devlet törenle hakikati gömmüştü.