kapat
24.03.2002
 GÜNAYDIN
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 İSTANBUL
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPUS
 HYDEPARK
 İNANÇ
 ANKETLER
 SABAH
 FOTOMAÇ
 GÜNAYDIN
 ŞAMDAN
 CİNSELLİK
 EMİNE BEDER
 SABAH PAZAR
 KİTAP
 SİNEMA
 SANAT
 RENKLER
 GURME
 TARİH
 SUNNY
 HİGH-TECH
 YAT&TEKNE
 NET YORUM
 NET GÜNDEM
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 
Erkekler Mars'tan, kadınlar Venüs'ten mi?

Pazar kahvaltıları birçok aile gibi bizim için de ayrı bir önem taşır. Bütün aile fertlerinin katılabildiği, uzunca bir süre masa başında zaman geçirebildiği tek sabah.. Bizde genellikle yakın arkadaşların da, her Pazar mutlaka pişen menemeni ve İtalyanlar'la rekabet edebileceğimize inandığımız 'penne' ve 'seccine'leri (tabii esprileri de) kaçırmamak için buluştuğu tek sabah. Hele hava güzelse ve bahçede oturulabiliyorsa tadına doyum olmaz bu kahvaltı muhabbetlerinin..

Geçenlerde yine bir Pazar kahvaltısında çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin (Nursuna Memecan), çok tonton annesi de vardı. Önce onu size anlatmam gerekiyor.

Gülbahar Erdinç dünyanın en neşeli, en hayata bağlı kadınlarından biri. Çok ciddi bir hastalığı bu nikbinliği ile yendi, geçti gitti. Şimdi turp gibi maşallah.

İstanbul'da yetişmiş, dünyayı da görmüş, akıllı ve son derece hoş sohbet bir kadın. Boyu uzun değil, kilosu da az değil ama bunu sorun yapmaktansa sempatisini arttıran bir unsur olarak kullanmayı tercih ediyor. Bu arada zayıflamaya gayret etmiyor da değil. En ekonomik ve akıllı spor olan yürüyüşle -fırsat buldukça- sağlığını ve kilosunu korumaya çalışıyor.

Birkaç ay önce Beşiktaş Belediyesi'nin semt halkı için ortak bir aktivite olarak organize ettiği "hızlı yürüme yarışı"na katılmıştım. Bir de baktım sabahın erken saatinde Bebek Parkı'nda biriken halkın arasında o da var. Sırtına kocaman bir numara iğnelenmiş vaziyette katıldı yürüyüşe. Asıl amacı eğlence, hiç şüphem yok.. Nasıl gülüyor, eğleniyor, konuşuyor. Sonunda Ortaköy'de biten yarışın finalini bulamamış. Tek başına Çırağan Otel'in önünden Beşiktaş'a doğru yürüyüşe devam etmiş.

Arada bir etrafta yürüyen kimse kalmadığını farkediyor ama yarışı kendisinin kazanacağına inanarak sportmen adımlarla yola devam ediyormuş.

"Neden sonra, gelen geçenin sırtımdaki numaraya garip garip bakarak güldüğünü farkettim. Bir süre sonra da peşime çocuklar takıldı" diyor kahkahalarla anlatırken.. "Herhalde deli olduğumu düşünüyorlardı."

Final noktasını geçmiş olduğunu fark edince bu kez sırtındaki numarayı nasıl çıkaracağını düşünmeye başlamış. Nihayet bir gence rica ederek çıkarttırmış da çocuklardan kurtulabilmiş.

Böyle şeker biri.. İşte bir Pazar masa başı sohbetinde bu neşeli, şakacı kadın ciddi bir konuya değindi;

"Tanıdığım evli çiftlerin çoğu ayrıldılar. Nedenini sorduğumda 'anlaşmazlık' diyorlar. Böyle şey olur mu?"

Doğal olarak hepimiz neden bu kadar hayret ettiğini sorduk: "Neden olmasın?"

Açıkladı: "Anlaşmazlık dediğiniz nedir ki? Uzun süre birarada yaşamak zorunda kalan herkes anlaşmazlığa düşer. İki kardeşi aynı eve koyun, bir haftaya kalmaz birbirlerine girerler. Önemli olan sevgiyi, saygı kaybetmemektir tartışmalarda.. Sonunda anlaşabilmektir. Anlaşamıyoruz da ne demek?"

Bu sözlerden sonra ortalık karıştı, en az on kişinin bulunduğu masada her kafadan bir ses çıkıyor, herkes karşı tezi savunmak adına aklına gelen nedenleri sıralıyordu. Hepsini gülerek dinledi ve tek bir soru sordu: "Düşünün bakalım, bizde ve daha önceki kuşaklarda evlilikler neden ömür boyu sürüyordu?"

Sessizlik.. Bir süre kimseden ses çıkmadı. Onlar, birlikte verdikleri karara, evliliğe daha mı saygılıydılar? Daha mı sabırlıydılar? Gelenekler ve şartlar mı zorluyordu?

Yoksa şimdi insanlar daha hoşgörüsüz, sabırsız, bencil ve macera heveslisi mi oldular?

Yoksa, yoksa sevgi, bağlılık gibi duygu ve kavramlar önemini mi yitirdi?

Ya da erkeklerin Mars'tan, kadınların Venüs'ten geldiği yeni mi farkedildi?

Bilmem, biz cevabı halâ bulamadık, siz de düşünün bakalım!

Oscar'ın iyice suyu çıktı
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Oscar ödül töreninden önce Hollywood'da kıyamet koptu. Biz törenleri izlerken (bu gece de aynı şey olacak) aday filmlerin yapımcı, yönetmen, oyuncu ve diğer ekiplerinin sakin sakin koltuklarında oturup isimlerinin anons edilmesini beklediklerini sanıyoruz.

Öyle ya orası Hollywood.. Bu sanatın merkezi. "En iyi"ler orada yetişiyor. Ne yapacak bu "en iyi"ler.. Oturup en "cool" şekilde sıralarını bekleyecekler değil mi?

Bize göre öyle ama gerçek çok farklı. Kıyamet kopuyor. Birbirlerinin gözünü oyuyorlar. Milyonlarca dolar rüşvetler veriliyor.

Sonuçta kazanan, hangi dalda olursa olsun; film ise en yüksek gişe gelirini, aktör ise en büyük paraları, en iyi -yeni- film tekliflerini kapıyor. Perde gerisinde kıyamet kopmaması mümkün mü?

Hile, rüşvet, ne ararsan!
Gazetelerde çıkan Oscar'la ilgili önyargılar, büyük filmlerin başrol oyuncularıyla ilgili haberler, yapılan TV programları bile hesapla, kitapla, alışverişlerle düzenleniyor.

Bugünlerde birçok dergide bu tür bilgilere rastlamak mümkün ama özellikle 25 Mart tarihli son Time'da çıkan "Oscar savaşlarının iç yüzü" başlıklı yazı sinema dünyasının ipliğini iyice pazara çıkarmış.

'Sinema insanları'nın davranış yoksunu olduğundan başlıyor, özellikle bu yıl en pis hilelerin yapıldığıyla, bütün film stüdyolarının "oyun"u kuralına göre oynamayı öğrendiğiyle sürüyor. Time'a göre Oscar yaklaştığında Hollywood'da tüm ilgi 'fısıltı gazetesi'ne yoğunlaşıyor ve herkes kendine göre bir yalan haber uçuruyor.

Medya haberleri bu fısıltı haberlerle birleşerek toplumu sonuçlara öyle hazırlıyor, öyle bir gizli baskı oluşturuyor ki kazananlar açıklandığında kimse şaşırmıyor.

Dergi, bu yıl Oscar'ın en güçlü adayı 'A Beautiful Mind' için 'A Beautiful Mess' (Bir Güzel Karmaşa) başlığını atmış. Yine Hollywood dedikodu gazetesine göre, şizofren matematikçi Nash'in hayatını anlatan filmin ödül alması için 15 milyon dolardan fazla harcanmış. Geçen ay Russell Crowe'un bazı hataları sonucunda Oscar alması tehlikeye girince, ödül yemeğinde basınla ve üyelerle diyalog için nasıl gayrete girdiği de verilen bilgiler arasında.

Bu arada Denzel Wahington (Training Day), Will Smith (Ali) ve diğer zenci sanatçılar için de "Eğer ödül zenci bir aktöre gitmezse Holly-wood'da ırkçılık yapıldığı kesinleşecek" şeklinde bir fısıltı baskısı ihmal edilmemiş tabii..

Bu yıl Oscar'ın Russell Crowe ve Akıl Oyunları'na gideceği kesin gibi.. Ama orada da ne dolaplar dönüyor görüyorsunuz.

Nasıl inanırsınız bu durumda ödüllere?

DEMOKRATİK KARİKATÜR
Şimdi, Pazar günü biraz zihnimizi açalım.. Geçen Salı başladığım "İkinci adam korkusu" başlıklı yazımın devamını anlatacağım size.

Önce hatırlayalım, İlhan Kesici, İmren Aykut gibi isimler tüm başarılarına, iyi özelliklerine rağmen nasıl oluyor da siyasetten uzaklaştırılabiliyorlar ve siyasete girmesi gereken birçok isim neden bunu bir türlü başaramıyor diye sormuş, cevabı 'Partiler Yasası'nda gizli demiştim.

Geçenlerde, nur içinde yatsın sevgili babacığımdan kalan bir yazıyı buldum. Adana'nın önce Demokrat Parti milletvekili, sonra Adalet Partisi senatörü olan ve yaşamının 30 yılı siyasetle geçen babam Mehmet Ünaldı da hayatı boyunca Türkiye'nin çağdaş ülkeler düzeyine çıkabilmesi, yanlışlarını düzeltebilmesi için çırpınıp, üzülüp durmuştu.

İşte yazılarıma bazen yansıyan aceleciliğimin, birçok konudaki bağışlamaz tavrımın nedeni budur. O; bunu göremedi. Biz kendimizi bildik bileli mücadele ettik, ediyoruz.

Eh, artık hiç değilse çocuklarımız etmesin. Daha fazla aldatılmayalım, oyalanmayalım.

Nerede kalmıştım, babam 12 yıl önceki yazısında 'Türkiye seçim ve partiler yasalarını tümüyle değiştirmedikçe demokrasiden söz etmesi mümkün değildir' diyordu.

Onun bıraktığı yerden devam edeceğim. Bugün Türkiye'deki tablo bir "demokrasi karikatürü"dür, demokrasinin kendisi değil.

Lider seçimine bakalım;

Onları seçecek 1200 delege var. Bunların yarısından bir fazlası garantilendiğinde yer yerinden oynasa, taş çatlasa o lideri kimse koltuğundan kıpırdatamıyor.

İşte bütün sır delegelerin seçiminde yatıyor. Tüm gücü elinde tutan genel başkanlar önce yakınlarını, arkadaşlarını, en güvendikleri adamlarını belirleyip il başkanlarından, kongrede 'Genel Merkez delegesi' yapılmasını istiyorlar. Her ilden 2 kişi seçtirtse 162 kişi garanti oluyor. Tabii bu sayıyı istediği kadar arttırması mümkün. Geriye kalanları ikna için de her tür imkânın ve metodun mevcut olduğunu tekrar izaha gerek yok. İhaleleri, Meclis Hastanesi, Saraylar ve diğer kamu kuruluşlarının halini biliyoruz!

Gelelim milletvekillerine.. Ön seçim yapılsa bölgesinde kuvvetli, çalışkan, dürüst isimler seçilebilir. Ama partilerin çoğu yapmıyor, yapanlarınki ise göstermelik ön seçimler.

Genel başkanın istemediği aday seçilmişse ön seçimi yok farzederek aday belirliyorlar. En çok oy alanı en alt sıraya, en az alanları en başa koyuyorlar.

Halk iradesiymiş!
Örneğin; ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 1999'da seçim öncesi kongrede "Bana son kez şans tanıyın, ön seçim yapacağım. Partiyi birinci yapmazsam aday olmayacağım" demişti. Sonra birkaç bölgede ön seçim yaptı, onu da uygulamadı. En sondaki isimleri ve hatta (M. Ali İrtemçelik gibi) ön seçimde olmayanları en üst sıralara koydu.

DYP, Adana'da ve birçok ilde yaptı.

(DSP'de zaten böyle bir konu yok. İki kişinin beğenmesi, seçmesi yeterli. En demokrat parti onlar..)

Peki o zaman ön seçim neden yapılıyor? Göz boyamak için mi, yoksa seçmenle alay mı etmekteler?

Böyle seçilmiş vekillerle ve liderlerle halk iradesi nerede?

Demokrasi nerede?

Ne demiştik 'demokrasimiz yok ama karikatürü var' değil mi..

Aynen öyle işte..

Demokrasi için uykumuzdan uyanmamız, bir kez daha aptal yerine konmayı reddetmemiz gerekiyor.



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2002, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır