- Bursa'dan kalkıp Kanada'ya uzanan ilginç bir yaşamın var. Müzik
eğitimi
almadın ama dünyanın pek çok köşesinde insanlar seni hem bir neyzen
olarak,
hem bir besteci olarak hem de parlak bir DJ olarak tanıyor. Müziğin
tasavvufla birlikte anılıyor. Hayat hikayen didik didik yazıldı. Ben
iç
dünyanı merak ediyorum. Tasavvuf, senin müziğini akıtacak orijinal
bir kanal
olmanın dışında sana hangi sorumlulukları yüklüyor? İnancının özünü,
hangi
ritüellerin kılıfında sakladığını anlat bana.
- Kılıf güzel bir söz aslında. Aslında müzik, dans, edebiyat, yazı,
fotoğraf
onların hepsi bahaneler. Önemli olan ne söylemek istediğimiz. Benim
için
tasavvuf insanın kendini, gönlünü keşfetmesi için ona sunulan bir
metodoloji.
- Gönül yani keşfedilecek olan nihai şey ne?
- Gönül var edenin yansıdığı aynanın adı.
- Ama aradığın şey yine de gölge değil, aslı değil mi?
- Kesinlikle aslı. Ama mesela ben Kanada'dan Türkiye'ye geldiğim zaman
elektronik aletleri kullanmak için bir transformer kullanıyorum.
Çünkü bizim
oradaki voltajımız 110, burada 220. Aradaki prizleri yanlış
taktığımız zaman
birçok şey yanabiliyor. O zaman ne müzik, ne de söz icrası mümkün
değil.
Kelamın ortaya çıkabilmesi için çok önemli transformerlara ihtiyaç
var.
Güneş çok geldiği için gözlük takıyoruz. Güneşi sevmediğimizden
değil.
Oradaki ayna da o şekilde. Deryadan suyu elimizdeki kovanın hacminde
alıyoruz. O kova sürekli büyüyen belki de küçülen bir şey. O yüzden
o ayna
onu anlatıyor. Tasavvuf o anlamıyla gerçekten kendimizi bulma ya da o
aynanın üzerindeki tozu silmeye yönelik bir disiplin olduğu için ben
hala
hayatımda o disiplini uygulamaya çalışan, böyle bebek aşamasında,
ilkokul
aşamasında bile değil, emekleyen bir öğrenciyim.
- Sen bu inancı nasıl koruyorsun, sen bir su olarak hangi kaba
doluyorsun?
- Benim yaşadığım tek şey aşk, çünkü o her şeyde var olabilen, aslında
kapları da eriten bir şey. Mevlana'nın dediği gibi; ateşten bir mum
yakıyorsun. Kırmızı kocaman bir mum. Ondan küçük beyaz bir mum, ondan
büyük
bir mum, bakıyorsun binlerce mum var odanın içerisinde. Halbuki
ateşin aslı
bir ve tek. Kapların da aslı bir. Aşk dediğimiz şey bütün bu kapların
içinde
ve dışında olan, onu eriten, yok eden bir şey. Testinin içine
istediğin
kadar su koy, hacmi kadar su taşıyor halbuki denizin içerisine
daldırdığın
zaman o testi denizle bir oluyor. Aşk o kapların hepsini yok
edebilen ya da
hepsine gerçek anlamını verebilen bir şey.
- Aşklarını bir iktidar mücadelesi olarak değil de, sevgilinin
yüzünde, onun
aslının, asıl sahibinin yansımalarını görerek mi yaşıyorsun?
- Ben aşkı aynanın üzerindeki tozu silme süreci olarak yaşıyorum.
tozun
arınmasıyla gördüğümüz görüntü olarak addediyorum. Aşkları bir
egemenlik
vasıtası olarak kullanmaksa tamamen hiçbir tozla toprakla
uğraşmaksızın,
değişik aynalara sahip olma arzusuna tekabül ediyor. Ben ona
doymazlık
diyorum. Öncelikle insanın kendi aynasının ne olduğunu keşfetmesi çok
önemli. Benim için sevgilinin yüzünde bir şeyler görebilmek, bir
sinema
perdesinde bir film seyretmek gibi.
- Sevgili dediğimiz, tek tek hayatımızdaki kişiler diyelim o anlamda
aslında
bir sinema perdesi yani.
- Evet. Bazı insanlara çok komik gelebilecek ama benim inanılmaz
derecede
hüzünlendiğim bir olay var. İlk defa bir film oynatılıyor Güneydoğu
Anadolu'da. Filmin bir sahnesinde kötü adam kızı alıp kaçıracak.
Seyredenler
tabanca çekip ateş ediyorlar adama ve perde filan yırtılıyor. Aslında
hepimiz gerçek zannettiğimiz hayallere sarılıyoruz. Ben şu anda
sevgilim
dediğim kişilerin aslında sinema perdeleri olduğunun farkındayım, o
yüzden
ben o sinema perdelerine sarılmıyorum. Yine de benim özellikle çok
sevdiğim
perdelerim var. Bu, o perdelerde inanılmaz güzellikte filmlerin
oynamasından
kaynaklanıyor. Perdenin şahsına ait bir şey değil. Benim peşinde
olduğum, o
filmin kendisini var eden ve perde üzerinde gösteren.
-Kendi dahil herkesin birer perdeden ibaret olduğunu keşfeden insan,
onu
her türlü felaket duygusundan kurtaracak bir özgürleşme sürecini
başlatır,
doğru mu?
- Kendini özgürleştirme süreci, doğru. Aynı zamanda belli
sorumlulukların
üzerine gelmesi. Mesela derviş kelimesi bildiğiniz gibi esas
anlamında eşik
taşı, basamak taşı. O taş hangi kapının önünde duruyor o çok önemli.
Mevcut
olan tek kapı, sizin insanların üzerinize basıp geçmesi için derviş
gibi
orada durduğunuz kapı. Herkesin kendi gönlüne açılan kapı. Orada bir
sorumluluğunuz var tabii, mümkün olduğunca sizin taşınızı düz yapmaya
çalışıyorsunuz. İnsanlar bastığında kaymasın istiyorsunuz.
- Yunus boşa mı düzgün odun taşıdı Taptuk' a?
- Değil mi, niye odunu düz taşıyor? Ne gerek var? Odun yanacak
sonuçta.
Değil, odunun düz taşınması gerekiyor, biri alırken eline batmasın ve
yani o
anlamda bir sorumluluk söz konusu ama o sorumluluğun farkına
vardığınız anda
inanılmaz bir özgürleştirme söz konusu. Çünkü hakikaten öteki anlamda
basamak taşı çok sade bir şeydir. Üzerinde ne bir süs, ne bir renk
vardır.
Ne halifleks kaplanır, ne de kırmızı bir yolluk serilir biri geçecek
diye.
Kendi halinde durur orada. Bu etiketlerden sıyrılma süreci...
- Senin altı ismin, altı da sıfatın var değil mi?
- Daha çok var.
- Allen Soyadı nereden geliyor?
- Kanada'da evlenip ayrıldığım eşimin soyadını aldım. ben DJ'likle
tanınmaya
başlayınca Allen olarak kaldı.
- Şimdi isimlerini sayalım; Arkın Allen, Arkın Ilıcalı, Mercan Dede,
Blue
Man,
- Pound- maker, bir kızılderili adı. Power-Point var; altı oldu.
Kimseye
söylemediklerim var bir de. Çünkü onların altında yayınladığım
müzikler var
ve en yakın dostlarım bile onların ben olduğumu bilmiyorlar. Çok
keyifleniyorum.
- Bir sürü de sıfatın var; neyzen, DJ, ebrucu, fotoğrafçı, öğretim
üyesi,
hoca, besteci... Bağımsız kalmak, yolculuğunu açık uçlu yapmak ve
yapıp
ettiklerinin sana şöhret olarak dönmesini engellemek, mesajına,
sözüne
ağırlık vermek gibi bir anlam çıkıyor bundan. Doğru okudum mu?
- Çok doğru okudun.
- Dolayısıyla hayatının sonuna doğru bu isimlerin ve sıfatların yüze
çıkabilir.
- Çok doğru bir kısmı farkında olmadan çıkıyor. Yaklaşık 20-22 tane
var şu
anda. Hakikaten birkaç en yakın arkadaşımın bile bilmediği isimler
var.
Fakat hiç önemli değil o isimler sıfatlar. Yani evin içine bir
bakıyorsunuz
bir gün; aman Allahım ben bu evin içerisini ne kadar sıkış tepiş
yaptım. Bir
kısmı insanların getirdiği hediyeler, bir kısmı çocukluğunuzdan
itibaren
okul, aile, eğitim, din olarak yığılan şeyler ve bir anda
bakıyorsunuz ki
yok bu benim evim değil. Ben kendi evimi yapmak istiyorum. O anda
yapacağınız şey tek tek gereksiz olanları kapının önüne koymak. İşte
bu
benim kapının önüne koyduğum şeylerim. Fakat garip bir şekilde
insanlar
dışarıdan bakıp a bu mobilya deyip sanki benim mobilyayla aramda çok
büyük
bir bağlantı olduğu gibi bir yanılsama içindeler. Halbuki bu benim
mobilyadan kurtuluş sürecim, onun tam tersine bir ifade söz konusu.
- Çocuğun var mı?
- Hayır ama çocuklarım var her yerde. Taksim'deki bütün tinerci
çocuklar
benim mesela. Ben serseri ruhlu bir adamım. Benim için hayat
yolculuğu her
şeyden çok daha önemli. Pek çok insan için sıcak bir ev ve televizyon
çok
şey ifade ediyor. Yaptığım yolculukta bazen çok yorulduğumda güzel
bir yere
oturuyorsun, güzel insanlar var etrafında ve bir anda tamam sen
geldin
yanılsamasına kapılıyorsun. Bu kadar da çok acı çektin uğraştın,
burada kal
bir süre. Halbuki nefs denilen olgu, o duygu. Benim için aslında
hayatı
anlamlı kılan tek şey o söz konusu yolda mümkün olduğunca devam
edebilmek
çünkü o yolda karşılaştığım tek tek insanların güzelliklerinin,
çiçeklerin
böceklerin aslında o yolun tamamının bir parçası olduklarını
biliyorum.
Halbuki herhangi bir şeyi sahiplenmeye çalışmak onu, o parçadan
ayırmak
anlamına geliyor. Ben ayırmaktan ziyade bütünleştirmeye meyilli olan
bir
insanım.
- Belki de kendini kandırıyorsun. Sorumluluk almak istemiyorsun,
sorumsuzluğuna felsefi kılıf giydirmeye çalışıyorsun? Belki de her
çiçekten
bal almak istiyorsun?
- Tabii kesinlikle bal olabilmesi için her çiçeğe konmanız lazım.
- Erginleşmemişsin belki de
- Tabii çok çocuk bir insanım. Evlilik, çok ilgimi çeken bir müessese
değil.
İçerisinde çok büyük tutarsızlıkları olan, sahiplenmeye ilişkin çok
gereksiz
bencillikleri olan bir müessese. Evliliğin içerisinde bir sahiplenme
duygusu var. Sahip olduğum her şeyden vazgeçmek ve hiçbir şeyi
sahiplenmemek
istiyorum. Bazen düşünüyorum evim yansa, yanıma ne alır kaçarım diye?
- Onun için mi çocuk sahibi olmayı istemedin?
- Çocuk sahibi olmayı hiçbir zaman istemedim çünkü dünya üzerinde her
on beş
saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. İnanılmaz sayıda çocuk var ve
anne-babayı bir yana bırakın birazcık saçlarını okşayacak insandan
mahrumlar. O anlamda yeni çocuklar bu dünyaya getirmenin çok sorumsuz
bir
hareket olacağını düşünüyorum ben.
- Kolay kalıba giren biri değilsin.
- Beni takip etmeye çalışan insanlarla öyle bir problem yaşıyoruz
aslında.
Herkes beni belli bir kalıba koymaya çalışıyor. Benim bir web sitem
var. Bu
sene 9 bin kişi girmiş, mesaj bırakmış. Ben oradan anlıyorum. Halbuki
ben bu
ayrılıklardan, etiketlerden, sıfatlardan o kadar sıkılmış bir insanım
ki.
Yapbozları tek tek kareler halinde değil de bir bütün olarak görmeye
çalışıyorum. Bazı özel anlar oluyor. Aynamızda görüntünün çok güzel
yansıdığı anla. Onlar ne müzikle, ne dini bir şeyle bağlantılı değil.
o
bizim direk olarak gönül dediğimiz yerden, esas kaynaktan oraya gelen
yansımanın direk bağlantısı. Tanrı'yla kul arasındaki perde kalkar.
Hakikaten öyle bir an var, o anı yakaladığınız zaman ve semada da
olan bir
şey o, dönmeye başlıyorsunuz
- Sen yapıyor musun sema?
- Yapmaya çalışıyorum. En son mesela çok hüzünlendiğim bir gece evde
yaptım.
Kocaman yüksek tavanlı, tek bir odada yaşıyorum. Biraz Galata
Mevlevihanesi'ne benziyor. Layık olmadığım derecede güzel bir
tennurem var.
Bana bir şekilde hocam tarafından verildi. Onu giydim ve kendi
kendime sema
ettim. İnanılmaz güzellikte bir şeydi ama tamamen çok özel. Hayatımda
hiçbir
zaman başka bir yerde yapmayacağım bir şeydir, çünkü zaten onu yapma
hakkım
olduğunu düşünmem ama öylesine kendime yakın olabildiğim bir zaman ki
onu
herhangi bir dış dünyayla paylaşmak söz konusu değil çünkü o an dış
dünya
yok. Semanın içerisinde belli bir süre sonra sağ-sol-orta kalmıyor,
ışık
kalmıyor ve tam bir yokluk yaşıyorsunuz ve o yokluğun içerisine her
şey
sığıyor.
İşte ben bu farkındalık sürecini mümkün olduğunca hayatımın daha uzun
bir
süresine yaymaya çalışan bir insanım.
- "Beni kategorize etmeye çalışıyorlar, kalıba sokmaya çalışıyorlar"
dedin.
Diğer söyleşilerinde hayatında olan tek şeyin "inanç" olduğunu
söylüyorsun.
İnancına dokunmasınlar diye mi özünü bu kabuğa soktun, bu saçlar, bu
küpeler
dokunulmamak için mi?
- Yok, aslında bu görünüşüm iç dünyamın yansıması. İnsanlar fazla
ciddiye
alıyorlar onu. Dostlarım "Dikkat et biraz" diye beni uyarıyorlar. Hiç
umursamıyorum. Zaten hiç giyinmesini bilmem. Kılık kıyafet de almam.
Arkadaşlarım benim halime üzülüp benim kıyafetlerimi alırlar. Bak en
güzel
örneği şunu caz festivalinde pozitifçiler hediye etti. Ayağımdaki
pantolonu
yolculukta rahat olsun diye bir arkadaşım Kanada'dan aldı.
Ayakkabılarımı
bir başka müzisyen arkadaşım aldı. Küpelerim Kızılderili bir çocuğun
hediyesi. Onun dışında başka da bir şey kalmadı aslında. Aynen iç
dünyamın
yansıması.
- Tek odalı evde yaşaman, kendini lüksten korumak için mi yoksa bir
çeşit ana
rahmi özlemin mi?
- İkisi de olabilir. Tek odalı bir evin en büyük avantajı odayı
herhangi bir
şekilde değiştirebiliyorsunuz. Mesela odanın bir köşesinde mutfağınız
var
öteki köşesinde camla çevrilmiş bir banyo, ortasında eski bir küvet
var. Oda
isterseniz bir anda ebru stüdyosu oluyor. Her şeyi kenara
çekiyorsunuz ve
ebru tekneleri kurabiliyorsunuz. İsterseniz tamamen kayıt
yapılabilecek bir
hale geliyor. Küçük camdan başka bir oda yaptım, onun içinde müzik
kaydı
yapabiliyorsunuz. İsterseniz sedirlere oturabiliyorsunuz, bir dergah
olabiliyor. Yani doğulu insan her şeyi bizim semadaki gibi dönme
şekliyle,
daire halinde görüyor. Batılı insansa hep bir çizgi halinde görüyor.
Halbuki
tabiatta fiziksel olarak düz çizgi yok. Düz çizgiyle düşünen insan
doğu-batı
ayrımını yapıyor. Doğu-batı ayrımında yetişen insan batıda olduğu
gibi
dikdörtgen evlerde yaşıyor. Dikdörtgen evde yaşayan insanlar
dikdörtgen
düşünen insanlar. Halbuki benim yaşadığım evde bir şekil yok, sürekli
değişiyor. Tavanlarımda mesela kubbe şeklinde şeyler var. Bu
Türkmenistan'dan gelen kilimler asılı. O şekilsizlik aynen benim dış
görünüşümü değiştirmem gibi evin içerisindeki değişikliği de
yansıtıyor. Ama
bu şeye de benziyor olabilir hani Carlos Castena'da da var ya Don
Juan'ın
Öğretileri'nde. Git diyor kendine uygun olan köşeyi bul. Yatakta
yatıyor,
orada burada yatıyor. Nihayet kapının dışında bir taşın orada bir
kuytu yol
buluyor kendisine. Onu yapabiliyor olmanız için bulunduğunuz mekanı
değiştirme özgürlüğüne sahip olmanız gerekiyor.
- Ben okumadım daha...
- Don Juan bir yerli beyaz adama kendini bulmayı öğretiyor. Diyor ki
herkesin
bir yeri, bir noktası vardır bu dünyada. O noktayı kimse sana
söyleyemez.
- Fiziksel bir nokta mı?
- Evet. O noktayı kendin bulursun ve bulduğun anda rahat edersin. Hadi
bakalım bu evde bul, rahat olduğun yeri ve orada adam yatağa yatıyor,
iskemleye oturuyor, hiçbir yerde rahat edemiyor ve öyle bir kaosa
dönüşüyor
ki nihayet kendisini dışarıya atıyor ve orada bir kayanın etrafında
yatarken
uyumuş buluyor. Sabah kalkıyor ve ne kadar huzurlu bir uykuda
olduğuna
şaşırıyor. Ben böyle bir yarda nasıl uyuyabilirim diye. İşte yine en
başta
konuştuğumuz özgürlük. İnsanın kendi dünyasını aştığı özgürlük.
Tasavvuf
disiplini vasıtasıyla aştığı özgürlük, hem dış görünüşüne oradaki
değişikliklere hem de yaşadığı mekana yansıması gereken özgürlük
çünkü
bunların hepsi o kadar bağlantılı olan şeyler ki! Yaşadığınız ev
aslında
sizin gönül evinizi çok yansıtan bir mekandır. Arada çok büyük
örtüşmeler
vardır. Ben o yüzden öyle bir evde yaşıyorum.