|
|
|
|
Yolun yoldan çıkışı
18. yüzyıldan sonra tarikatların yavaş yavaş resmi dini müessese olması çürüyüşün başlangıcı sayılır. Tarikatta 'ruhani hanedanlık' bu süreçte yaygınlaşır 'Yoldan gelme' şeyh yerine, 'belden gelme' şeyhlik bir bakıma kurallaşır. Layık olsun olmasın şeyhin oğlunu şeyh yapmak âdet haline gelir.
İslam âleminin tamamına hükmeder hale gelen Osmanlı'nın zirveden aşağıya yönelişiyle birlikte tarikatlar da gerilemeye başlar. Her çözülüş ve çöküşte olduğu gibi tarikatlarınkinde de sebepler çok karmaşık. Bu yüzden tartışmaya açık tercihlerle özetlemeye çalışmak durumundayız: 18. yüzyıldan itibaren şeyhlik kurumu resmileşmeye ve bir tür 'ruhani hanedanlık' örneği oluşmaya başlar.
Peki; 'resmi din' anlayışına karşı Peygamber Mescidi'ndeki dini yaşayışı ihya eden sivil kurumlar olarak doğduğunu düşündüğümüz tarikatlarda 'ruhani hanedanlık' nasıl bir gelişmedir? Bu sorunun cevabını yine aynı dönemlerde tarikat çevrelerinde oluşan terimlerde bulabiliriz: Yoldan gelme şeyh. Belden gelme şeyh. Vefat eden şeyhinin yerine manevi işaretlerle ve yine manevi liyakat esaslarına göre posta oturan yeni şeyh için 'yoldan gelme' ifadesi kullanılır.
Böyle durumlarda şeyh daha hayatta iken bir ölçüde belli olan, üstün nitelikleri herkesçe paylaşılan bir mürit yeni mürşit sıfatıyla tarikat zincirini kendisinden sonraki nesle taşır. Kaldı ki daha eski dönemlerde bir şeyhin müritleri arasından birden fazla yeni şeyhin çıktığı ve her biri ile yeni tarikat kollarının doğduğu çok görülmüştür.
Ancak 18. yüzyıla geldiğimizde her bir tekke zaten geçmişteki ana yollardan birinin yan kolu olarak dallandığı için Osmanlı coğrafyasında pek çok bağımsız tasavvuf biriminin sivil dağılımı söz konusuydu. Böylece her bir tarikat ocağı yaşatılması öngörülen özgün bir örnek durumuna dönüşmüştü.
Kısacası 'yoldan gelme' bir tek şeyh ile ocağın yaşatılması yaygın durumdu. Oysa bir dönem sonra 'belden gelme' denen şeyhlik türü yaygınlaşmaya başlar. Böylece postun babadan evlada geçmesi adet halini alınca ortaya 'ruhani hanedanlık' olgusu çıkar.
EHİL OLMAYANLARIN ZARARI Bu durum da tarikat yönetiminin ve dervişleri eğitme işinin ehil olmayanların eline geçmesini yaygınlaştırmış, tasavvuf okullarının gerilemesini hızlandırmıştır.
Şüphesiz 'belden gelme şeyhlik' ne bu devirde ortaya çıkmıştır, ne de 'her zaman layık olmayanı mürşitlik makamına oturtan sistem' demektir. Çünkü geçmişte de sayısız 'belden gelme şeyh' örneği vardır ve onlarla ilgili bir tartışma yoktur.
Hatta tasavvuf dünyasında baştan beri, öz babaları olan şeyhlerini manevi açıdan aşmış büyükler mürşitlerin varlığına ilişkin pek çok örnek üzerinde genel kabul vardır. Bu mesele aslında Peygamberlik kurumunda da görülür.
Bilindiği gibi kural olmamakla birlikte peygamber babanın oğlu da peygamberlik makamında görülebilmektedir. İbrahim Peygamber'in oğlu Hazret-i İsmail, Yakup Peygamber'in oğlu Hazret-i Yusuf gibi. Tasavvuf kültürünce şeyh de peygamberin 'manevi vekili' sayıldığı için 'ilahi elçilik kurumu'nda olduğu gibi tarikatta da 'belden gelme halife' uygulaması meşrudur.
SAPLA SAMAN KARIŞTI Osmanlı'nın bu dönemine gelindiğinde ise bir şeyhin oğlu olmak tekkelere şeyh tayin edilmede adeta siyasetteki gibi peşin öncelik ve kolaylık sağlamaya başlayınca işin rengi değişir. Esasen bu saf renk bozumu, 'tayin eden resmi bir makam'ın varlığını zorunlu kılan tekkeler içi ve tekkeler arası sürtüşmelerle başlamıştır.
Kısacası tarikat yol demektir ama bizzat kendisi yoldan çıkmaktadır. Süreç öyle hızlı ve umutsuzdur ki, kendisi de bir tarikat mensubu olan II. Abdülhamit tekke ve dergâhların düzene sokulması için yeni bir girişimde bulunma ihtiyacını duyar ve Meclis-i Meşayih'i (Şeyhler Meclisi) kurdurur, bu kurumla ilgili özel nizamname çıkarttırır.
Ancak bütün bunlar tekke, dergâh ve zâviyeleri düzeltmeye yetmez, tarikatların devlet ve halk nezdinde saygınlıklarını tekrar kazanmalarına yetmez. Sayılı bazı ocaklar ve şeyhler hariç 'tarikatın ayağa düşürüldüğü' genel bir yargı haline gelir.
Cumhuriyet'le birlikte Atatürk hem bu yozlaşma gerekçesiyle, hem de Osmanlı hanedanına doğal birer müttefik konumunda olacakları için siyasi kaygılarla tekke ve zaviyeleri yasaklayıp kapatan kanunu hazırlattırır. Ancak yasak bir süre sıkı takiple gözetildiği halde tarikatların bir kısmı yaşamaya devam eder. Açıkçası, tarikatı dünyalık bir dükkân gibi algılayanların ocağı söner ama bu kurumları sadece gönülleri arındırmanın aracı olarak gören samimi ve hakiki Sufi okulları gizlice yaşamaya devam eder.
Zamanla tarikat yasağıyla ilgili sıkı takip gevşedikçe sahte Sufilik ocakları, yeni türleriyle birlikte geri gelir. Böylece sapla saman günümüze kadar sürecek şekilde bir kere daha karışır; tarikatın sahtecisi ile hakikisi, dünya iktidarı arayanıyla olgun insan yetiştirmeye çalışanı aynı kefeye konur.
|
|
|
|
|