kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
6 Mart 2009, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Murat Emir Eren: Bahçemden uzak dur!

Sinema dergisi
Giriş Saati : 06.03.2009 09:56
Güncelleme : 06.03.2009 19:18
Yeni Haber
Son yıllarda Oscar törenlerinin favori ismi haline gelen aktöryönetmen Clint Eastwood, son derece sert ve aynı düzeyde dokunaklı filmi "GRAN TORINO"yla Amerika'yı sarstı. Şimdi sıra bizde.....
Derin ekonomik krize rağmen, yarıyıl tatilinde beklenenin çok üstünde bir izleyici sayısına ulaşan ve aniden ABD'de bir fenomen haline gelen "Gran Torino", peşinden bazı tartışmaları da getirdi. Filme yönelik yoğun ilginin sebebine yönelik sorular aldı yürüdüEastwood'un her yaştan izleyiciyi yakalayan duygusal üslubu, filmin dokunaklı hikayesi ve finali, bu ilginin sebepleri olabilirdi pekala. Fakat bu tartışma içinde öne çıkan hakim görüş, filmin Amerika hakkında daha önce hiç göz önüne getirilmemiş bir hikaye anlatıyor olmasından dolayı ilgi çektiğiydi ki, bu da bambaşka ve filmden ayrı düşünmeyeceğimiz bir tartışmanın fitilini ateşledi. Bu tartışmanın ana maddesi, - ister Amerikan yanlısı ister karşıtı olsun- Amerika'yla ilgili filmlerin sayısındaki gözle görülür azalmaydı. Zira geçmişte Hollywood ve Amerikan film endüstrisinin tüm dünyaya pazarladığı steril bir Amerikan yaşam tarzı vardı. Amerika sokakları, Amerikan hanımefendileri, kovboyları, politikacıları, hatta sokakta yaşayan fakirleri bile, bu pazarlamanın gerçekçi veya sahte yönlerinden bir şekilde nasibini alarak perdede bir Amerikan tarzı yaşam tablosu oluşturuyordu. Ülkenin gerçekleriyle izleyiciyi yüzleştirmekten uzak olsalar dahi, yapılan filmler Amerika'yla ilgiliydi. Bu filmler, sistemle, sistemin ülkenin gidişatını, vatandaşlarını nasıl algıladığı ya da dünyaya nasıl anlatmak istediğiyle ilgili fikir veriyordu. Amerikalılar kadar dünyanın geri kalanı da stüdyo filmleri sayesinde "ideal demokrasi"den ve "büyük ülke" fenomeninden nasibini alıyordu. Yıldız yönetmenlerin filmlerini ve tür filmlerinin bir kısmını bu kalabalıktan ayrı tutmak mümkün olsa da, stüdyo sisteminin, yıldız sisteminin bu ideale hizmet ettiği iddia edilebilirdi. 70'li yılların başında Amerikan sinemasında gerçekleşen büyük değişime kadar bu durum sürdü. Amerika'nın farklı yüzleriyle ilgili filmler de yapılmasına vesile olan bu değişime katkıda bulunan isimler arasına, değişimin öncülerinden olan Arthur Penn (Bonnie ve Clyde), John Schlesinger (Geceyarısı Kovboyu), Sydney Pollack (Atları da Vururlar) ve Bob Rafelson (Five Easy Pieces) gibi ana akım sinemaya nispeten uzak yönetmenleri koyabileceğimiz gibi, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, William Friedkin ve Sidney Lumet gibi isimleri de eklemek mümkündü. Bu dönemin tüm klasiklerinin de, bir yönüyle ABD toplumuyla ilişkili olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerek.

Şimdilerdeyse durum epey farklı. Endüstrinin ürettiği filmlerin çoğu, -belki politik bakış açısı haricinde- Amerika'dan, Amerikan toplumundan uzak, bu meselelerle bir şekilde ilişkisini kesmiş ya da ilişkisini gerçek dışı bir boyuta taşımış durumda. Dolayısıyla "Gran Torino"nun bu kadar ilgi görmesinin sebebini, Clint Eastwood'un halen daha Amerika'yı ilgilendiren, Amerikan toplumu içinden hikayeler anlatıyor olmasına bağlayanların haklılık payı hayli fazla.

(...)

Anlatılmamış bir hikâye

(...)

Kore gazisi Walt Kowalski, karısını yeni kaybetmiş olmanın acısıyla hayatına devam etmektedir. İki oğluyla ve torunlarıyla arası hiç iyi değildir. Ölen karısının vasiyeti nedeniyle, yakınlardaki kilisenin hiç hoşlanmadığı rahibi peşine takılmış ve onu sürekli ziyaret eden tek kişi haline gelmiştir. Walt, sert mizacıyla tüm akrabalarını kendisinden soğutmuştur, her biri artık, onun ölmesini bekleyen ve elinden evini, arabasını almak isteyen kişiler haline gelmiştir. Bir otomobil fabrikasından emekli olan ve garajındaki 1972 model gıcır Gran Torino'ya gözü gibi bakan Walt'un yaşadığı mahalleyse, Hmonglar'ın ağırlıklı olarak oturduğu bir mahalledir. Walt bu muhitte azınlık içerisindeki azınlıktır adeta. Bütün gün evinin verandasında oturup, ucuz birasını yudumlayarak, hiç bilmediği bir dilde konuşan, hiç bilmediği bir kültürü yaşayan komşularını nefret dolu bakışlarla izleyen Walt, onlara bahçesindeki herhangi bir ot parçası kadar bile kıymet vermez. Kendisi mahalleli tarafından da pek sevilmez elbette. Ta ki bir gün, yan tarafındaki eve yeni bir Hmong ailesi taşınana dek. Ailenin küçük oğlu Thao ve okula giden kızları Sue, Walt'un yaşamını tamamen değiştirecektir. Zira Walt, önce Thao'yu bir türlü rahat bırakmayan bir Hmong çetesine haddini bildirir. Ardından da Sue'yu çok zor bir durumdan istemeden de olsa kurtarmak zorunda kalır. Bu noktadan sonra Walt'un Hmong kültürüyle tanışması geç olmayacaktır. Walt, hayatının son demlerinde, kendisine, çocuklarından daha yakın bir aile bulmuşturFilmin ana karakteri Walt Kowalski, ilk bakışta ırkçı bir muhafazakar bunak portresi çiziyor. Hatta ağzından etrafındaki Hmonglar ya da diğer etnik gruplarla ilgili küfür eksik olmuyor. Sürekli gittiği berberiyle giriştiği küfür yarışı ve yaptıkları ırkçı esprilerse, bir yerden sonra filmin bu "ırkçı jargon"la kafa bulduğu, Walt'un bunu bir eğlence haline getirdiği izlenimini uyandırıyor. "Kafanızı her çevirdiğinizde başka bir etnik grubu gördüğünüz ve kendi etnik kökeninizden bile emin olmadığınız bir toplumda ırkçı olmak kadar gerzekçe bir tutum olabilir mi" diye soruyor. Bu açıdan film, Eastwood'un daha önceki filmlerinde de olduğu gibi din, dil, ırk ayrımından kaynaklanan önyargılarla ilgili sorunları ortaya koymaktan geri durmuyor.

(...)