kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
21 Şubat 2009, Cumartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Emlak Buzz
 
24 Saat
24 Saat
London River

Berlin'de politika, Irak kültürler ve insan ilişkileri

ATİLLA DORSAY
ATİLLA DORSAY
13.02.2009
Sevgili ülkemin sinema insanları, beyazperdenin düzenli müşterileri, sayıları her gün artan magazin sayfaları/dergileri/yazarları, şu anda büyük bir olasılıkla Recep İvedik denen fırtınanın ikinci kez patlamasıyla iştigal eder ve örneğin Ahmet Hakan gibi kestirmeci yazarların olayların önüne geçmek ve safoş seyirci/okurları uyarmak için yaptığı ikazları bile kaale almadan bu ticari sinema olayını bir büyük sosyal mesele haline getirmek için ittifak ederken, ben birkaç sinema yazarı dostumla ve aslında önemli sayıda Türk sinema adamıyla birlikte Berlin'de dünya sinemasının nabzını tutmaya çalışıyorum. Kim kazançlı, kim kayıpta bilmiyorum. Ukalalık etmek, hele haklı olarak kendi gündemini yaşayan bir topluma hariçten gazel okumak da istiyor değilim. Ama yine de içtenlikle söyleyeyim: Şu anda Berlin'de olmak güzel bir şey. Belki İstanbul'da olmaktan bile güzel...
Çünkü art arda ilginç filmler görüyoruz.
Temelde üç guruba ayrılabilecek olan... İlk gurupta, Kültür sayfamızda söz etmiştim, siyasi tavırlı ya da 'siyaseten doğru ya da doğrucu' sayılabilecek filmler var. Belki en başarılısı, dünkü Cuma ekimizde söz ettiğim Rachid Bouchareb imzalı London River olan... Sıcağı sıcağına yazdığım yazıdaki öngörülerim doğru çıktı. Terörün pençesindeki bir Londra dekorunda geçen film geldi ve Screen dergisinin eleştirmen tablosunun başına geçip oturdu: En yüksek ortalama puanla. Geçen Cannes şenliğinde aynı dergideki bu durum Nuri Bilge'ye bir yönetmen Altın Palmiye'si getirmişti. Bakalım bu yıl Berlin'de Bouchareb'e ve eşsiz oyuncuları Brenda Blethyn ve Afrika'nin Mali ülkesinden gelen deneyimli oyuncu Sotigui Kouyate'ye ne getirecek!

SENARYONUN YÜKÜ FAZLA
Bir başka siyasal sinema örneği de ABD'den geldi. Genç yönetmen Oren Moverman imzalı The Messenger-Elçi kabaca son dönemin Irak filmleri akımının içinde sayılabilir. Ama bu farklı bir yaklaşım çünkü tümüyle cephe gerisinde, hatta derin Amerika'nın içinde geçiyor. Ve hikâyesi, Irak'ta ölen askerlerin ailelerine bu acı haberi bildirmek olan bir subayla bir erin üzerine kurulu. Bu cephe gerisi görevi, aslında cephede savaşmaktan daha kolay değil, hatta belki daha zor. Çünkü bir tür 'ölüm elçisi' görevi yüklenen iki asker, öylesine büyük dramlarla ve keskin insan acılarıyla karşılaşıyorlar ki...
Savaşın asıl yükünün geride kalanlar tarafından taşındığı ortaya çıkıyor.
Karşınızdaki, son derece insancıl ve kesin biçimde savaş-karşıtı bir film.
Belki yeminli Amerikan düşmanı olup da "Gebersin keratalar, orada ne işleri vardı?" diyebilecek kadar insanlığını kaybetmiş olanların dışında...
İkinci bir gurupta, çağımızın gerçekleriyle pek ilgilenmeyen edebiyat uyarlamaları, dönem filmleri, belli ve de farklı bir kültürün dışavurumu olan yapıtlar var. Kimilerine erişmek zor. Örneğin tanınmış Çinli yönetmen Chen Kaige'nin Çin operasının ünlü travesti yıldızlarından birinin gerçek yaşamına dayalı uzun filmi Forever Enthralled, tüm görsel zenginliğine karşın, bu müziğe ve bu kültüre yatkın olmayanlar için zor bir lokma! Bertrand Tavernier'nin son filmi In the Electric Mist- Ölümcül Sisin İçinde bu yaratıcı Fransız yönetmenin hayranı ve aşinası olduğu bir kültüre, Amerikan kültürüne yaslanıyor. O dev ülkenin de belli bir yöresine: Zencilerin yurdu, blues'un, cazın ve geleneksel yoksulluğun mekânı Lousiana yöresine... Bu çağdaş kara-film örneği, bir yanda üst üste kıyılan kadınları ve onları öldüren seri katili ararken, öte yandan da yörenin ünlü bataklıklarına gömülmüş kendi çocukluğuyla ilişkili bir gerçeğe de rastlayan yaşlı ve hayatın acılaştırdığı bir polisin gözlerinden anlatılmış.
Tavernier duruma hakim, yörenin tüm egzotizmi kadar cazı da kullanmasını biliyor ve kara-film türüne birkaç unutulmaz sahne armağan ediyor. Ama çeşitli hikâyeciklerle de zenginleşen senaryonun yükü fazla. Filmin bu yükü tam kaldıramadığı ve insanı biraz sersemlettiği söylenebilir. Ama Tommy Lee Jones, John Goodman gibi oyuncuları elbette kusursuz...
Bir diğer uyarlama ise İngiliz yönetmen Stephen Frears'den geldi. Vaktiyle dilimize Cicim adıyla çevrildiğini hatırladığım Collette romanı Cheri, bu kez Fransız kültürüne olan ilgisini Tehlikeli İlişkiler filmiyle kanıtlamış olan yönetmenin elinde enteresan bir dönem filmine dönüşüyor.
Kendisi de gençliğinde çok güzel ve de hayli 'kokot' olan Collette'in çok iyi tanıyıp tasvir ettiği 1900'lar Parisi'nin 'monden' yaşamı, sosyetik yosmaların erkek avları ve de yaşını başını almış bir eski kibar fahişenin gencecik bir delikanlıya karşı umarsız ve tutkulu aşkı.
Frears tüm bu aşina temaları olgun bir sinemayla anlatıyor ve oyuncularından harika sonuçlar alıyor. Michelle Pfeiffer ve Kathy Bates, Berlin'de ve ayrıca gelecek yılın Oscar'larında söz sahibi olabilir. Bir kenara not edin lütfen!
Haberin fotoğrafları