E. Sevgi Özdamar'ın Almanca yazdığı kitapları Turkuvaz Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı.
Darbeler anadiline küstürdü
E. Sevgi Özdamar'ın 12 Mart'la başlayan Almanya öyküsü, onu Alman dilinin ve Alman tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri yaptı. Özdamar'ın Malatya'da başlayan ve dünyanın her yanına taşınan hayatında Ece Ayhan'a, Can Yücel'den Benno Besson'a, sosyalizmden ABD üniversitelerinde ders olmaya kadar her şey var ..
Babasının askerliği nedeniyle neredeyse bir trende doğacaken, dünyaya Malatya'da açtı gözlerini Sevgi Özdamar. Ölümü ve mezarı ilk kez bebekken tanıdı. Çok hastalandığı bir gün götürüp bir boş mezara koydular onu, iyileşsin diye. Yıllar sonra baba topraklarına Alman dilinin büyük yazarlarından biri olarak dönecek bu küçük kız, bir Afrika atasözünde söylendiği gibi bütün şehrin yetiştirdiği bir çocuk olarak büyüdü. Şimdilerde olduğu gibi memleketiyle doğru orantılı olarak "Siz Kürtler," diye başlamazdı cümleler ya da "Ailenizde mutlaka Ermeni vardır sizin," denmezdi. Küçücük bir kızken kısa bir süre yaşadıkları Bursa'da hayatı boyunca kopamayacağı bir aşka tutuldu: Tiyatroya. Bir gece geç saatte tiyatrodan dönerken Setbaşı köprüsünün üzerinde durdu ve tiyatrocu olacağına yemin etti.
Sahnenin tozu, makyaj odasındaki pudra kokusu, sürekli değişebilmek, bir figürün arkasına saklanabilmek çok hoşuna gitti.
FABRİKA KIZI
Tiyatro yapma isteği, Özdamar ailesi tarafından temkinli karşılandı. Buna rağmen üniversiteye gitmek yerine, tiyatro yapmakta inat etti ve ağabeyi Ali'nin eğitim amacıyla İsviçre'ye gitmesiyle, hayatının yeni bir dönemi başladı. Onun yanına gitmek istedi ama İsviçre'ye gitmek neredeyse imkânsız olduğu için, Almanya'ya gitmeye karar verdi. 1964'te Almanya'ya bir haftada gidilebiliyordu, sadece sağlıklı ve dişlerinin tamam olması yeterliydi. Kendisini Almanya'da bir televizyon lambası fabrikasında işçi olarak bulduğunda, daha yemek yapmayı bile bilmeyen gencecik bir kızdı, üstelik kötü bir işçiydi. O bir yıldan hatırladığı birkaç ayrıntı var şimdilerde: Kar, yağmur ve yurttaki kadınların buğular altındaki vücutları. Türkiye'de Almanca kursuna gittikten sonra, yine Berlin yollarına düştü. Yıl 1967'di.
Gençlik hareketinin içine adeta daldı ama onun 68'i yanındaki yöresindeki Almanlardan daha farklı bir milada dayanıyordu, merhametli yetiştirildiği çocukluğuna. Müteahhit babasının eve misafir olarak getirdiği inşaat işçilerinin evin baş köşesine oturtmasından, eve gelen yardımcı kıza yardım etmesinden. Herkes heyecanlıydı, işçiler, öğrenciler. Her şey açık açık konuşulurdu, sevişmek bile. İlk kez o dönemde genç kızlar, "Biz satılık değiliz, bakire olarak evlenmeyeceğiz," diye bağıracaklardı. 68 rüzgârı Almanya'ya yepyeni bir ruh getirmişti. Milyonların canına okunan faşist dönemin yarattığı suçluluk duygusunu, Nazi dedelerinin ve babalarının günahlarını, ilk kez o kuşağın gençleri üzerlerinden attı. Ve genç Sevgi tam bir yıl Almanya'nın bu değişen yüzüne tanık oldu.
DUAYEN HOCALAR
Türkiye'ye döndüğünde yanında Brecht şiirlerinin bestelendiği iki plakla, Nâzım Hikmet'in üvey oğlu Mehmet Fuat'ın kapısını çaldı ve D Yayınevi en uğrak yerlerinden biri oldu. Minimalistti, iki tane ceketi, iki tane pantolonu, iki tane ceketi vardı ve bunlardan utanıyordu, hepsinin bir tane olması gerektiğine inanıyordu. Ev yaşantısı lüks geliyor, çadırda yaşamayı hayal ediyordu, o yıllarda tiyatrocu arkadaşlarıyla komünal bir hayat yaşamaya karar verdi, yaşadı da. Beklan Algan, Ayla Algan, Muhsin Ertuğrul, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday gibi ustalardan tiyatro dersleri aldığı yıllar, hayatının en mutlu yıllarıydı. Cebindeki bozuk paraları sürekli sallayan ve ona entelijensiyadan çapkınlık öyküleri anlatan Haldun Taner'i, "Sabahları sarımsak yutun ve kilo almamak için limonlu ılık su için," diyen Muhsin Ertuğrul'u, gezdikleri bohem lokalleri hiç unutmadı.
ÜÇ HAFTA GÖZALTI
Vicdanının o günlerdeki durağı Türkiye İşçi Partisi'ydi (TİP). Çetin Altan'ı, Mehmet Ali Aybar'ı, sendikacıları, işçileri, öğretmenleri, Kuran'da Marksizmi arayan cami hocalarını koydu hayatının baş köşesine. Can Yücel hapse girdiğinde, görevi evlerine gidip karısını ve çocuklarını güldürmekti. Herkes değişmek, değiştirmek istiyordu ve genç kadın o değişimin bütün hoş, komik, acayip yanlarının hem öznesi hem de tanığıydı.
Üniversiteli değildi ama Türkiye gençlik hareketini de yakından izledi. Üç hafta süren bir gözaltı deneyimini Mahir Çayan'ın kardeşiyle birlikte yaşadı. Derken üç genç asıldı: Deniz, Yusuf, Hüseyin. Türkiye'nin 12 Mart günleri gelip çatmıştı. Sevgi Özdamar o günlerde bir şeyi fark etti: Kendisinin dışında onu kontrol edebilecek, ezebilecek gücü.
Artık kelimeler özgürce kullanılamıyordu, anadiline küskünlüğü de o yıllarda başladı.
Harflerin nasıl yandığını gördü, denize atılan kitapları, sokaklarda uçuşan sayfaları.
Askeri cunta dönemi her şeyi bitirmişti.
Evliliği, aşkları, kariyeri, arkadaşlıkları...
Herkesin genç olduğu için 'şüpheli' olduğu yıllardı. O yıllarda Paris'in üstüne bir Türk uçağı düştü, kapısı açıldı ve insanlar patır patır uçtular yeryüzüne doğru. Yerdeki faşizmle problemi resmini bulmuştu. Sanki faşizm göküyüzündeki bir şeyi açıyordu ve insanlar bilinçli olarak atılıyordu. Uçak korkusu o yıllarda başladı, 15 yıl ne havaalanlarının yanına gidebildi, ne de uçaklara bakabildi. Yıllar sonra İspanyol yönetmen Louise Bunuel'in anılarını okurken, onun da kendisi gibi uçaktan korktuğunu ve ancak içki içerek uçağa bindiğini öğrendiğinde, aynı yöntemi deneyerek tekrar uçmaya başladı.
1976'da kesin kararını vermişti, bu ülkeden ve bu dilden gidecekti.
Yazıştığı İsviçreli arkadaşı Jose'ye yazdığı mektupları, Zürih'in ünlü entelektüeli Teo Pincus'a okuması hayatını değiştirdi. Pincus, genç kadının Brecht tiyatrosu öğrenmek istediğini duyunca, Brecht'in en ünlü öğrencilerinden biri olan arkadaşı Benno Besson'a bir mektup yazdı. Yeni güzergahı Doğu Berlin'di. Besson bu Brecht âşığı genç kadını, "Hoşgeldin," diye karşıladı. Sahnede gördüğü her şeyi not ediyor, akşamları üzerinde çalışıyor ama hiçbir şey anlamıyordu. Yazmaktan vazgeçti ve sahneyi çizmeye, hatta objelerle canlandırmaya karar verdi. Yaptığı çizimler ve kolajlar oyuncuların da, yönetmenlerin de rehberi haline geldi. Artık Benno Besson'un asistanıydı. Doğu Berlin'de çalışıyor ama hem doğuda hem batıda yaşıyordu.
Berlin'den sonraki durağı, Besson'un davetiyle onunla birlikte gittiği, ilk gerçek aşkını yaşadığı Paris oldu. Orada birlikte Brecht'in Kafkas Tebeşir Dairesi'ni sahneye koydular. Ancak Sevgi Özdamar orada da boş durmadı, şarap şişelerinden yaptığı ve oyundaki figürleri kuklalaştırdığı kolajı o kadar beğenildi ki, Avignon kentindeki Jean Villar müzesine kondu ve üniversite bitirmediği halde, Vincennes Üniversitesi'nde tiyatro estetiği üzerine doktora yapma hakkı kazandı.
Hayatında hep tiyatro vardı, onu edebiyatla buluşturan da yine tiyatro oldu.
Küçükken evlerinin o güzel kokulu kavunkarpuz odasında yazdığı şiirlerden yıllar yıllar sonra, onu masanın başında yolculuğa çıkaran ise, Türkiyeli bir işçinin kendisine ulaştırılan sekiz sayfalık mektubu oldu. O yıllarda Bochum'da yine Alman tiyatrosunun bir başka büyük yönetmeni Matthias Langhoff'un başasistanlığını yapıyordu, zaman zaman oyunlarda da rol alıyordu.
'Halkıma ve ilgililere' diye başlayan önlü arkalı mektup, bir kaybedeni anlatıyordu. Bu mektuptan yola çıkarak Karagöz Almanya'da adlı ilk oyununu yazdı. Dadaist bir oyundu. Bir eşeğin entelektüelleşme ve giderek Marksistleşme öyküsü, Alman tiyatrosunda bir çığır açtı.
Yazı yazmayı tercih ettiği dil Almanca'ydı, çünkü hayattan beslendiği yer orasıydı. Artık penceresini açtığında 'Simitçiiiiiii' diye bir ses duymuyordu. Ama ünlü sinemacı Godard'ın "İnsan babavatanına ihanet etmelidir ki, aynı anda iki yerde birden olabilsin," sözüne de hep inandı.
Neden Goebbels'in dilinde yazdığını soranlara, "Çünkü ben Kafka'yı seviyorum," diye yanıt verdi. Zaten Almanlara da haksızlık yapmak istemiyordu, çünkü onların kendisine sunduğu fırsatları, anavatanında bulamamıştı, onu iten anavatanıydı. Yine de Almanca'ya yaptığı her yolculuk, onu anadiline de yakınlaştırdı. Yıllar sonra ilk kez yazdığı ve yakın dostu Ece Ayhan'ı anlattığı Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur kitabı da bu yolculuğun sonucuydu. Sevgi Özdamar'ın da ünlü Arap sanatçı Ümmü Gülsüm gibi erkekleri ayağa kaldırdığını, o yüzden onun da takma bir isimle tanınması gerektiğini düşündüğü için, isminin önüne 'Emine'yi Ece Ayhan eklemişti. Almanca ile Türkçe arasında kalmayı, kocası ile sevgilisi arasında kalan bir kadının durumuna benzettiği ve ikisinden birini seçmeye zorlandığı için, üçüncü, dördüncü dilleri öğrenmenin en doğrusu olduğuna karar verdi. Fransızca ve İsyanyolca'dan sonra artık soru soranlara yanıtı netti: "Ben böyleyim."
GEÇ TANIŞTIK
E.Sevgi Özdamar tiyatro oyunlarıyla girdiği yazın dünyasında şimdi üç romanıyla, dünya çapında bir yazar. Hayat Bir Kervansaray, Haliçli Köprü ve Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyor adlı üç romanını da 'hiçbir zaman ulaşamayacağı bir yolculuk' olarak nitelendirdiği Almanca yazdı. Kitapları başta Amerika ve İngiltere olmak üzere birçok üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor. Dünyanın birçok ülkesinde fan kulüpleri bile var. Tiyatro çalışmalarını Almanya ve Fransa'da sürdürüyor ve kitaplarıyla Almanca'ya yaptığı katkılar nedeniyle Almanya'nın en prestijli ödüllerinden biri olan Ingeborg Bachmann ve en büyük edebiyatçılara verilen Heinrich Von Kleist ödüllerini aldı. Kitapları İngiltere'de 'ölmeden önce okunması gereken 1001 kitap' arasında. Dört tiyatro oyunu, dört roman, iki kısa öykü kitabıyla Avrupa'daki Türk edebiyatçılar arasında ilk sıralarda yer alan Sevgi Özdamar'ı anadilinde neden bu kadar geç okumaya başladığımız ise, herhalde Türk edebiyatının yanıtlaması gereken bir soru.
Yayın tarihi: 13 Aralık 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/12/13/ct/haber,EECFBD8C735646D6A2AD2476CD1E4AB1.html
Tüm hakları saklıdır.