kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
2 Kasım 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
HAŞMET BABAOĞLU

Pazar notları

Adalet getirmediyse ve hukuka güvenimizi gerçekten güçlendirmediyse eğer, Cumhuriyet hâlâ tam olarak "gelmemiş" ; tamamlanmamış demektir.
"Yasaların varlığı bir toplumu adil kılmaya yetmez. Bunun için o toplumda adalet fikrinin sürekli tartışmaya açık kalması gerekir." (C.Castoriadis.) Ama gerçek şu ki, adalet fikrini sürekli tartışmaya açık tutmak çok zordur. Çünkü iki sosyal kesim; memurlar ve tüccarlar bunu önlemek için her şeyi yaparlar.
Kudüs'teyim... Ve şu sözün ne kadar anlamlı olduğunu şehre adımımı attığım ilk anda anlıyorum: "Sen Kudüs kadar güzelsin, ben Kudüs kadar yorgun!" (Bkz. Cihan Yavuz. Dipnot.tv/Kalp Yazıları)
Zeytindağı'ndan Kudüs'e bakarken birden rüzgar çıktı; derinden ürperdim! Oysa hava sıcaktı! O an anladım. Rüzgar iki bin yıl öncesinden bugüne esmişti! Meryem Ana ağlıyordu. O güne değil! Hayır! Bugüne... Bugüne ağlıyordu.
Dinlemek bizi birbirimize bağlar mı? Hayır. Bazen dinleye dinleye kopar insan bir başkasından! Kulak verdiği, söylediklerini ciddiye aldığı için...
İster dost ister sevgili ol! Başlatan sözler değil, dokunuşlardır. Söz uçar, temas kalır.
Birine dokunmak... Yara açmak ve aynı anda tedavi etmek. Bozmak ve aynı anda düzeltmek. Birine dokunmak, tam da bu yüzden küstahlıktır. Güzel küstahlık!
Bir yapıya, bir taşa saygıyla dokunmak nasıl bir şey peki? Suya, yaprağa, ağacın gövdesine kutsal bir törendeymişçesine dokunmak... Bu nasıl bir şey? Aniden putatapar veya animist bir ruh haline mi bürünüyoruz? Ne ilgisi var! Bir anıtın taşlarına, bin yıllık bir zeytin ağacına, okyanus kıyısında eğilip suya dokunan insan kendi kısa tarihiyle evrenin uzun tarihini harmanlar... Filozof Gabriel Josipovici haklıdır: Bu dokunmalar sayesinde çok matah bir şey sandığımız kendi kişisel tarihimizden daha büyük bir zamanın/tarihin içinde yer aldığımız hakikatiyle tanışırız...
Şarkıcı albüm yapıyor, "yüreğimi koydum" diyor; televizyoncu şov yapıyor; "ilk kez bu şovuma yüreğimi koydum" diyor; futbolcu oynuyor, "yüreğimizi koyduk kazandık" diyor; siyasetçi haykırıyor, "bu yola yüreğimizi koyduk" diye... İşin cilalı laflarla gönül çalma tarafını bir yana bırakıp da soralım: Yahu hani emek, bilgi, beceri, zeka? Biraz da onları koysanız? Hatta birazcık da alçakgönüllülük! Fena mı olur?
Bu nasıl yürektir ki, pey sürer gibi, son atımlık barut gibi, bazen kılıcı kınından çıkarır, bazen diyet öder gibi ortaya konuyor! Yazık böyle yüreğe!