İkinci Bahar'dan sonra bir diziye bu denli tutku ile bağlanacağım aklıma gelmezdi. Pazartesi akşamlarını iple çeker oldum, Elveda Rumeli için... Uzun zamandır ilk kez bir diziyi "iş olsun" diye değil, hikayesinin içine girerek, yaşayarak, hissederek izliyorum... Öyle ki, bir saatlik özeti (!) bile rahatsız etmiyor beni... Nasıl izlemeyeyim ki?.. Dizi tam da Ramazan ayına denk geldi ve yüreklerimize insanlık adına adeta gülsuyu serpti... Aleks'in bir yetimi evlatlık alabilmek uğruna dinini değiştirmeye karar vermesi nasıl bir tevekküldür? Pencereye tünemiş, Aleks'ini bekleyen beş yaşındaki yetimin o haline hangi yürek dayanır? Ne diyordu Aleks, minik yavrucağa? "Al bu çiçeği sula... Büyüyünce gelip, seni alacağım..." Umut yeşertmenin bundan daha etkili, daha nahif bir yolu olabilir mi? Ya yüzbaşının aşkı uğruna yaptığı "hayati" fedakarlığa ne demeli? Vahide için başını ipe uzatışını, son dakikaya kadar sevdiğini "ölesiye" korumasını anlatmaya mürekkep yeter mi?.. Hele ki o kadının başka birine sevdalandığını bile bile... Günübirlik aşkların, tek gecelik ilişkilerin adeta ödüllendirildiği şu günde, böyle "üç yıldızlı" aşk kaldı mı bre? Ama hep hüzün, tasa, kasvet de yok dizinin içinde. Tıpkı hayat gibi, gülünecek anları da var hikayenin. Sütçü Ramiz'e biçilen "ermiş" kaftanı nasıl da bol geldi garibimin üzerine? Nasıl da ıkınıp, sıkındı masadaki bardağı uçurmak, kandili uzaktan yakmak için... Plazaların bahçelerinde ne idüğü belirsiz kalıntıların türbe niyetine camekanla çevrildiği şu "korku" günlerine ne anlamlı bir göndermeydi... İsteyim bu diziyi ep seyretmek, seyretdıkça üvmek, üvmek, üvmek...
Bugünkü Tüm Yazıları
İsteyim bu diziyi üvmek...
Yayın tarihi: 11 Eylül 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/09/11/gny/aytug.html
Tüm hakları saklıdır.