İstanbul'u
2010'da Avrupa Kültür Başkenti yapmaya hazırlanırken galiba hiç unutulmaması gereken bir söz var: '
bu kentte tabiatın yaptığı her şey ulvi, insanın yaptığı her şey süfli'. Meseleyi bu kadar basitleştirmek yanlış ama gene de bu deyişin yansıttığı çok önemli bir gerçek söz konusu değil mi? Üstelik, andığım sözün ikinci bölümü tam doğru değil.
İstanbul'da insanın ancak belli bir dönemden sonra yaptığı her şey süfli. Yahya Kemal'in dediği gibi İstanbul'a bir 'tepeden' bakınca insan
Osmanlı'dan kalan İstanbul'un hala bütün yıkıma rağmen bütün görkemiyle ayakta durduğunu görüyor. Buna karşılık
Cumhuriyet döneminden İstanbul'da ne var derseniz, cevabı çok meçhul bir soru sormuş olursunuz. Aslında o cevap da meçhul değil, yukarıda verildi işte: Cumhuriyet İstanbul'a yıkım, çözülme, karmaşa getirdi.
Kendiliğinden mi oldu her şey? Hayır!
İstanbul, Türkiye'nin en önemli gerçeği olan toplumsal hareketliliğin yani göçün odak noktasında yer alıyor. 1950'den beri devam eden bu kımıltı bugün de sürüyor. Göçe bağlı olarak İstanbul'da ortaya çıkan sadece yeni uydu veya çevre kentler değil. Göç çeşitli biçimlerde İstanbul'un merkezini, kendisini de sallıyor. İstiklal Caddesi'nden Zeyrek'e, Kısıklı'dan Kuzguncuk'a kadar bu dönüşümden nasibini almamış bir tek köşe yok.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında da yaygın ve hatta bugünkü Paris gibi
merkezsiz veya çok merkezli bir kent olan İstanbul zamanla bütün o mıntıkalarıyla birlikte tarihselleşti. Üsküdar'da da Anadolu Kavağı'nda da bugün tarihsel bir doku bulmak mümkün. Önemli olan şu:
o tarihsel doku belli bir kültür ve anlayış etrafında çok somut ve işlevsel bir estetiğe dayalı olarak kurulmuştu. Şimdi hem o tarihsel odak ortadan kalkıyor hem de yeni dokunun işlevselliğinden ve estetiğinden söz etmek olanaksız.
Peki ama niye? Birinci neden Cumhuriyet'in arazi ve diğer spekülasyon hareketlerinde önlem almaması, dikkat üretmemesi, kontrol getirmemesi . Tam tersine yerel ve merkezi iktidarların spekülasyonu en önemli siyasal araç olarak görüp bitmeyen bir kaynak olarak tepe tepe kullanması.
İkinci neden, belki buna bağlı belki bundan bağımsız nedenlerle rasyonel ve realist bir kentsel planlamaya gitmemesi . Olayları önceden tasarlayıp önlem almaması, kontrol mekanizmaları geliştirmemesi.
Üçüncüsü kalıcılığı öngören, estetik ve tarih bilincini öne çıkaran, geniş kapsamlı bir koruma politikasının yaratılmaması. Tam tersine yıkımcı, inkarcı bir anlayışın benimsenmesi.
Olmayan estetiğin kentleri Bütün bunlar İstanbul'un ikili bir baskı altında olduğunu gösteriyor. Hem dışarıdan gelen bir basınç var İstanbul'un üstünde (göçnüfus) hem de içeriden gelen (politikasızlık) . Ortaya bugünkü manzaranın çıkması kaçınılmaz.
Bu manzara adını açık açık koyalım tam manasıyla estetik dışı bir kente tekabül ediyor. Ben İstanbul'un kozmopolit, karmaşık, karışık halini çok seviyorum ve çok önemsiyorum. Onun sosyolojik planda bir estetiği var fakat kentsel planda bakınca İstanbul akıl almayacak kadar çirkin dokuları gözler önüne seriyor.Estetik belli bir kültürün içinden çıkar. İstanbul işte o kültürden yoksun. O nedenle de bugünün İstanbul'u işportanın, kaptıkaçtılığın, sürekli bir panayırcılığın şehridir. Bu kızanlar kızsın büyük ölçüde de Cumhuriyetin yaratamadığı estetiğin bir sonucudur. Çünkü meseleye böyle bakınca sadece İstanbul değil, herhangi bir Anadolu şehri de taşra-göçebe estetiksizliğiyle yani olmayan bir taşranın estetiğiyle yaralıdır . İstanbul bu ağır sonucu yaşıyor. Sorun bunları kimin hangi bilinçle aşacağı...
Şarkıların şiirlerin geçmişin İstanbul'unu aramıyoruz kendi halindeki İstanbul'u bulalım yeter!
Yayın tarihi: 22 Ağustos 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/22//haber,E1BA340254CA41FA98193E8172708E38.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.