kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 26 Temmuz 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yaz, şehir ve yalnızlık

Almanya'nın Ulm kentine indikten beş dakika sonra babamın durumuyla ilgili haber geldi ve ben bir saat sonra geldiğim uçağı yakalayıp sabah altıda ayrıldığım İstanbul'a gece yarısı yeniden inmek için gerisin geri Stuttgart'a erişmek maksadıyla yollara düşmüştüm. Emeğini ve içtenliğini asla unutamayacağım genç Alman sürücü autobahn'dan gitmeyi önerince benim söyleyecek sözüm zaten olamazdı. Ne var ki, bir süredir boğuştuğum, bana bir dönem güçlük çıkarsa da her defasında yenmeyi başardığım kader bu defa da o yola bir trafik kazası yerleştirmişti. O hızla giderek uçağı yakalayamayacağım anlaşılınca genç Alman sürücü bizim Mehmet (Yılmaz) gibi "Herr Doktor" dedi, "Sizin için bir şey yapacağım ve hayatımda ilk kez trafik kurallarını çiğneyerek ilerideki sapaktan ters yöne gireceğim. Böylece köyün içinden geçerek bu kazayı ve oluşturduğu kuyruğu aşacağız."
Ben de kendisine bundan ötürü bir trafik cezası kesilirse onu ödeyeceğimi söyleyince aklından geçeni yaptı ve biz beş on dakika sonra beni büyüleyen bir ormanın içinden ilerlemeye başladık. Sağda solda tek tük evler görünüyordu. Bir süre sonra bir köyün içinden geçtik ki, o dakikada gelecek yıl ne yapıp edip oralarda bir hafta geçirmeye karar verdim. Hava İstanbul'un cehennem sıcağı ve hamam rutubetiyle mukayese edilmeyecek kadar serin ve kuru, etraf alabildiğine sessiz, pırıl pırıldı.
Ertesi gün Marmaris'e inip İstanbul'dan çok daha fazla sıcak, çok daha kalabalık, çok daha gürültülü bir yere vardığımda, hele babamı yoğun bakımda o halde bulduğumda, acıdan bedenimin boydan boya dağlandığını hissettiğimde yaz sıcağında insanın yaşadığı kentten daha sıcak, daha kalabalık ve daha gürültülü bir yere gitmesine bir kez daha şaşırdım. Yıllardır yapmadığım bir şeydir bu. Yaz sıcaklarını aşmanın benim için İstanbul'da kalmaktan, gündüzleri klimalarla soğutulmuş evlerde, ofislerde çalışmaktan akşamları serin açık havada zaman geçirmekten daha güzel bir yolu yoktur.
Kabul ederim yaz günlerinin bir keten gibi insanı sarıp sarmalayan güzelliğini, insanın tuza, kuma ve ışığa boğulmasını... Elbette anlıyorum, sonu gelmez yaz günlerini kırların ve denizin, böceklerin ve ağaçların sesini dinleyerek geçirmenin erincini. Ama Allah aşkına bunların hangisi Bodrum'da, Marmaris'te, Kaş'ta bulunabilir. Her ay alıp okuduğum dergilerde Fransa 'Province'ı, İngiltere'nin, İtalya'nın kıyı kasabaları anlatılır. Tam da şu belirttiğim nedenlerden ötürü. Öyledir çünkü oralar hala bekaretin lezzetlerini yaşar. Kart ve ar damarı çatlamış bir fahişenin kirinden uzaktır.
Evet, yaz benim için bir yanıyla buysa yani, sessizlik ve dinginlikle yoğrulmuş bir doğallık ve doğa peyzajıysa öteki yanıyla boşalmış, nefes almaya başlamış kentlerdir.
Şimdi günlerdir Ankara'dayım. Günlerim hastane binalarına gidip gelmekle geçiyor. Dostlarım beni yalnız bırakmıyor. Bundan daha büyük bir nimet olmadığını düşünüyorum.
Sonra akşam oluyor. Gençliğimin hayallerini, kırgınlıklarını, öfkelerini, umutlarını yaşadığım bu kent hızla boşalıyor. Gündüzün güneşin altında alev alev yanan binalar soğumaya, sokaklar ıssızlaşmaya başlıyor. Her yer bana kalıyor. O zaman sıcak gecede, acı, anılar ve sorularla yüklü olan "içim taun gibi uğuldasa" da kendimi boş bir evin içinde hissederek, tıpkı gençliğimde yaptığım gibi, asfaltta yankılanan ayak seslerimi dinleyerek şehri bir boydan bir boya geçiyorum.
Bir kez daha benim için yazın şehir ve yalnızlık demek olduğunu anlıyorum!