WASHİNGTON Son iki yıldır
Türkiye'nin yaşadığı başdöndürücü siyasi gelişmeler ülkemizin dışardaki imajını nasıl etkiliyor? Bu soruya verilecek en doğru cevap şu: kafalar son derece karışık. Ancak genel hatlarıyla iki farklı bakış acısından bahsetmek mümkün. Bir tarafta
Türkiye'deki siyasi gelişmeleri
"İslam" ve
"laiklik" arasında amansız bir mücadele olarak değerlendirenler var. Hatalı bir mantık üzerinde fikir yürüten bu sayısı kabarık cenah ya
"İslam kazanıyor" ya da
"laiklik direniyor" gibi yanlış sonuçlar çıkarıyor. Diğer grupta ise daha derine inebilen Batılı yorumcular var. Ankara'daki kavga ve gürültüyü izlemekle ve halktan kopuk bir iki Türk uzmanla konuşmak yerine bizzat kendileri Anadolu'ya çıkıp nabız yokluyorlar. Bu sayede
Türkiye'de yaşanan gerilimin İslam ve laiklik arasında değil
'halk' ile
'rejim' arasında olduğunu tespit etmekte zorlanmıyorlar.
Yeni bir orta sınıf Türkiye'deki dinamikleri doğru değerlendiren bu gözlemciler, yeni bir sosyal taban ve orta sınıfın kapitalist düzen içinde önlenemez yükselişine tanık oluyorlar. Sonuçta salt
"laiklik" ve
"İslam" eksenli dar bir çerçeve çizenler ile olaylara demokrasi, şehirleşme, sosyoloji ve Anadolu sermayesinin yükselişi açısından bakanlar arasında ciddi bir bölünme söz konusu.
Peki bu iki farklı yorumun birleştiği bir nokta var mı? Maalesef var. Maalesef diyorum, zira ortak nokta
"darbe olur mu" kaygısı. İşin zaten en acı tarafı da bu. Yaşadığımız son iki yıllık süreçte
Türkiye'nin siyasi imajı son derece büyük bir yara aldı. 20032006 arası zar zor elde edilen demokratik kazanımlar neredeyse uçup gitti.
Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde olduğu resmen unutuldu. Nasıl unutulmasın ki? Sürekli olarak askerin ne düşündüğü merak edilen bir rejim nasıl
Avrupa Birliği'ne üye olacak?
Akla gelen ilk soru... Washington'da da durum aynı.
Türkiye denince akla gelen ilk soru askerin tavrı. Birkaç bildik ve ciddiye alınmayan uzman hariç kimse
Erdoğan hükümetine kızgın değil. Yanlış anlaşılmasın. AK Parti'nin belirli hatalar yaptığı ve de özellikle 22 Temmuz seçim zaferi sonrasını iyi yönetemediği kabul ediliyor. Fakat kimse buradan yola çıkarak AK Parti kapatılmayı hak etti sonucuna varmıyor. En azından benim katıldığım toplantılarda sorulan ilk soru
"darbe riski var mı?" Arkasından da hep can sıkıcı ve demokratik bir rejime yakışmayacak sorular geliyor. Darbe riski yok deyince
"bir daha muhtıra verirler mi?" veya
"ne tür gerginlik çıkabilir?" gibi tartışmalar başlıyor.
Her ne kadar
Türkiye kendi kaderini kendi elinde tutuyor olsa da bu soruları soran Amerikalı yetkililerin anlamadıkları bir konu var. O da kendi gösterecekleri tepkinin önemi. Gerek 27 Nisan muhtırası sonrasında gerekse kapatma davası sürecinde ABD Dışişleri göstermekte geciktiği demokratik tepkinin yarattığı tahribatı halen kavramış değil. ABD'nin tepkisi
'taraf tutmuyoruz' şeklinde olunca bu durum darbe yapmak isteyenlerce
"yeşil ışık" olarak algılanabiliyor. İşin daha da kötüsü her taşın altında zaten Amerikan parmağı arayan ve komplo teorilerine yatkın halkın gözünde Washington'un zaten çok düşük olan prestiji daha da azalıyor.
AB'nin yükselen prestiji Oysa aynı süreç içinde çok daha demokratik bir tavır sergileyen
Avrupa Birliği var. Her ne kadar
Türkiye'deki otoriter devletçi zihniyetin temsilcileri AB'nin bu tepkisini içişlerine karışma gibi algılıyor olsa da, halkın gözünde Avrupa son dönemde ciddi prestij kazandı. Son kamuoyu yoklamalarına göre AB'ye girmek isteyenlerin oranı yüzde 40'dan yüzde 60'lara yükselmiş durumda. Bu artışta tabii ki son dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlık büyük. Demek ki hedefsiz kalan bir
Türkiye kendi kendinden korkuyor ve de çareyi Avrupa'ya demir atmakta buluyor. Toplumsal sağduyu denen şey de zaten bu olsa gerek. Bakalım Washington
Türkiye'deki bu önemli toplumsal dinamikleri doğru değerlendirecek mi?
Yayın tarihi: 21 Temmuz 2008, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/07/21//taspinar.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.