WASHİNGTON Ali Babacan'ın Washington'da olduğu şu günlerde Amerikalı gazeteciler kendisine hep aynı soruyu soruyor: Anayasa Mahkemesi AKP'yi kapatır mı? Babacan bu soruya cevap vermemek için çok uğraşıyor. "Gidişat o yönde" diyecek hali yok tabii ki.
İşin acı tarafı şu: son iki yıldır Türkiye'
nin Batı'
daki imajı son derece büyük yara aldı. 2000-2005 arası zar zor elde edilen demokratik kazanımlar birden uçup gitti.
Artık Batı'
da kimse gönül rahatlığıyla "Türkiye'
de darbeler dönemi kapandı" diyemiyor . Zira Kopenhag kriterlerinin yerine Ankara kriterleri geldi.
Bu noktaya son iki yılda gelmedik tabii ki. Sorunlar çok daha derinlerde. Türkiye soğuk savaş bittiğinden bu yana çok ciddi bir kimlik kutuplaşması yaşıyor. 1950-80 yılları arasında sağ-sol kavgası nedeniyle üstü ideolojik bir şekilde örtülmüş olan "İslami kimlik" ve "Kürt meselesi" son 30 yıldır Türkiye'nin yegane gündemi oldu.
Resmi ideolojimiz bu iki konuyu ısrarla "irtica" ve "bölücülük" olarak algılıyor. Bu nedenle bir türlü bu iki meseleyi klişelere kaçmadan ve komplo teorileri kurmadan tartışamıyoruz.
Klişeler ekseninde tartışma Nedir bu klişeler ve komplo teorileri? Mesela Kürt meselesi konusunda her taşın altında ABD, AB, CIA, MOSSAD parmağı aramak. İçerde yapılan hataları unutmak ve sürekli olarak Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen bölücü dış mihraklardan bahsetmek. İslam konusunda gene aynı klişe ve komplolar mevcut.
Tartışma hep kısır bir ilericilikgericilik klişesi ekseninde dönüp duruyor .
Komplo teorileri de gene aynı sığlık içinde . Amerika, Türkiye'de ılımlı İslam modeli yaratmak istiyor. AK Parti bu Amerikan projesinin maşası. Washington aynı zamanda bir de Kürt devleti istiyor. Yani hem irtica hem bölücülük Amerika'dan kaynaklanıyor. Bu durum dünyaya bakışımızda zihinsel bir tıkanma yaratıyor.
Peki neden böyleyiz? Türk eğitim sisteminin dünyadan kopuk bir insan tipi yetiştiriyor olmasından kaynaklanıyor. Klişe ve komployla okula başlar başlamaz tarih derslerinde tanışıyoruz. Dış mihraklar bizi zayıflatmak için hep müthiş bir faaliyet içindeler. Güçlenmemizi kimse istemiyor. Türk'ün Türk'ten başka dostu yok. Ve tabii ki bir Türk dünyaya bedeldir. Bu milliyetçi klişelerle daha ilkokulda tanışıyoruz.
Sonuç nedir? Sevr hiç ölmüyor. Sürekli bir beka korkusu içindeyiz. Batıyla aşk ve nefret arasında giden şizofren bir ilişkimiz var. Milliyetçilik ile flört Bu şizofren tablo aynı zamanda AK Parti'nin ikilemini de açıkça ortaya koyuyor. Nedeni basit. AK Parti yerel tabanı çok güçlü bir siyasi parti olmasına rağmen "Batılı" çizgiden uzaklaşma lüksüne sahip değil. Rejim tarafından "irtica" olarak algılanan bu partinin siyasi meşruiyeti Türkiye'nin AB ufkunu korumasına bağlı. Bu nedenle AK Parti demokrasi mücadelesini AB üzerinden vermek zorundaydı. Aksi takdirde rejimle doku uyuşmazlığı yaşanacaktı.
Bunları biliyor olmasına rağmen AK Parti 2005 sonrasında milliyetçilik ile flört etmeye başladı.
Partideki Türk-İslam sentezinin Türk boyutu ağır bastı . MHP ile popülizm yarışına girildi. Kopenhag Kriterleri gider "Ankara Kriterleri" gelir dendi. Ama gele gele 27 Nisan muhtırası geldi. 22 Temmuz zaferinden sonra bile AK Parti tam olarak milliyetçilikten kurtulamadı. PKK ve Kürt meselesi partinin basiretini bağladı. Ankara Kriterleri'nden Kopenhag Kriterleri'ne dönüş yaşanmadı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, PKK, Kuzey Irak, başörtüsü derken, birden yargı darbesi sürecine girildi .
Ankara kriterleri böyle bir süreç işte. Bir anda "Mamak Cezaevi" sürecine dönüveriyor.
Yayın tarihi: 9 Haziran 2008, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/06/09//haber,7584A96E5DE84440A27F70E87AE57B50.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.