Siz hiç güneşle saklambaç oynadınız mı? İlla ki oynayın diye ısrarcı olmam. Bu meret her yerde oynanmaz. Dışarıda iseniz, özgürseniz, hiç oynanmaz. İnsana deli muamelesi çekerler. Her oyunun bir mekânı, her mekânın bir raconu vardır. Yani bu oyun hapishanede oynanır. Ergenekon sanıklarından iki orgeneralin uğramasıyla, birden bu yazın 'en gözde mekânları' arasına giren Metris Cezaevi, bu oyun için idealdir. Çünkü o meşum 12 Eylül 1980 darbesinden hemen sonra 'hizmete' açılan bu cezaevinde, size lütfedilen gökyüzü, birkaç Buldan çarşafı kadardır. Güneş vefasız bir sevgili gibi çok kısa süre gül cemalini gösterip giderken, pencereden yüzünüzü, şanslı iseniz, havalandırmaya çıkabilmişseniz, peşinden gövdenizi sürüklersiniz. Yani Metris güneşle saklambaç oynamak için biçilmiş kaftandır. Ama bu arada 'devlet baba', kaldığınız süreye bağlı olarak kaşla göz veya ayakla baş arasında sopa veya copla size başka kaftanlar dikmezse.
'KONUKEVİ' DENİYOR
Bazı devlet büyükleri cezaevlerinden 'konukevi' diye söz etmeyi sever. Devletin şefkatli yüzüne vurgu misalinden. Yersen! Bendeniz de, 12 Eylül darbe fonunda; dayak, açlık grevi, ölüm orucu, tek tip elbise, zoraki marş okutma, tutuklulara asker tıraşı saplantısından oluşan dekoruyla öne çıkan Metris'te 10 ay 'konuk' oldum. Pek tabii girişimiz pek konukseverce olmadı. Size şöyle söyleyeyim; 10 ay yattığım cezaevinin dış görünüşünü ancak tahliye olunca görebildim: Nedeni tabii ki birden âmâ olmam değil! Şöyle hikâye edeyim: Yıl 1981. Aylardan haziran veya temmuz. Davutpaşa Kışlası'ndaki askeri cezaevinden yeni açılan Metris'e sevk var. Tekme tokat bindirildiğimiz cezaevi aracı, kısa süre sonra durdu. Kapı açıldı. Sağlı sollu dizilerek, yaklaşık 100 metre uzunluğunda koridor oluşturan askerler, sopa ve coplarla 'hoş geldin dayağına' hazır ve nazır. Araçtan inen elleriyle kafasını koruyarak 100 metre
Türkiye rekorunu en azından egale etmek zorunda. Sıkıysa etme!.. Her ağır hareketin, yol su elektrik faturası olarak geri dönüyor. Hal ve gidiş böyle olunca, "Bir dakika babalar şu binaya bir alıcı gözüyle bakalım," deme lüksünüz olmuyor. Anlayacağınız insanı zorunlu âmâ haline getiriyorlar! Cezaevlerinde hikâye bitmez ama bir kara mizah şahikası var ki, yeme de yanında yat: Havanın kurşun gibi ağır olduğu günler. Altı aydır havalandırmaya çıkamıyoruz. Vücutta D vitamini kalmadı! Bir gün koğuş kapısının mazgalını açan asker, "Bit varsa koğuşu ilaçlayacağız," dedi. Gözlerimiz parladı. Çünkü koğuşun ilaçlanması, bütün gün havalandırmada kalmak anlamına geliyor. Hemen teyakkuza geçtik. Önce herkes üstünü başını kolaçan etti. Ama bit yoktu. Sonra bir umutla kirli çamaşırlara bakıldı. Bit yine yoktu. Hezeyan halinde temiz, kirli ne varsa tek tek elden geçirildi. Bit yine yoktu.
BİT YUMURTASI İŞE YARAMADI
Umudumuzu yitirmeye başlamışken bir arkadaş "Bit yumurtası buldum," diye haykırdı. Mercidabık meydan muharebesini kazanmış komutan edasıyla çağırdığımız askere bit yumurtasını uzattık. Ama yanıt can sıkıcıydı: "Yumurtası olmaz, bit lazım." "Valla buna iyi bakarız, üç dört gün sonra bu da bit olur," gibi ikna çabalarımız sonuç vermedi. Moraller tam kriz sonrası hisse senetleri gibi dip yapmıştı ki aklımıza alt bloktaki iki koğuş geldi. İpin ucuna bağladığımız kibrit kutusuyla ufak tefek alışverişler yapıyorduk. Komşu komşuya kötü günde lazım olur. Kutuyu içine küçük bir not ekleyip, aşağıya yolladık: "Fazla bitiniz var mı?" Ne yazık ki yanıt yine olumsuzdu. Havalandırma, güneş, D vitamini ve benzeri hayallerimiz bir bite kurban gitti. Bu hikâyeyi her hatırladığımda aklıma bugün genç kuşakların tonton bir dede, Marmaris ressamı diye bildikleri darbeci paşa Kenan Evren gelir. Belleğimdeki tablonun ortak figürleri gibi artık onlar. Diyarbakır Askeri Cezaevi, Ulucanlar ve tüm diğerleri. Toplumsal hayatın bir hücre cezasına dönüşü, körelen vicdanlar ve tüm zulmü anlatan iki küçük figür. Ve geçen hafta hep şunu düşündüm: Acaba darbeci Ergenekon paşaları benim yattığım koğuşta mı tutuldular?