Dilin kemiği olmayabilir ama, o dile hükmeden beynin gri hücrelerinde saygı, görgü, özen gibi vazgeçilmez niteliklere ait bilgiler mutlaka bulunmalıdır.
Bu niteliklerin varlığına ve yokluğuna bağlı olarak, bazı insanlar
"Açık sözlü" bazıları da
"Densiz" olurlar.
Günümüz
Türkiye'sinde siyaset ve medya dünyası, bu ayrımı büyük ölçüde unutmuşa benziyor.
Yanlış, dayanaksız, kırıcı, aşağılayıcı içerikli hakaret cümlelerini seslendirmenin
"Açık sözlülük" olduğunu zannedenlere fazlaca rastlamaya başladık.
Siyaset ortamındaki gerginliğin aktif tarafları bile olaylara kesin teşhis koyamazken, kendilerine bir tarafın tetikçileri olarak rol biçenler, meslektaşlarının ileride yüzlerine bakamayacakları hesabını hiç yapmadan, ağızlarına geleni söylüyorlar.
"Sesli düşünmek" sanki bir cesaret gösterisi gibi sunuluyor.
Öfkeyi azdıran vücut salgıları, bilgiyi, araştırmayı, gerçeği aramayı ve en önemlisi
"Kuşku" yu eritip yok ediyor.
Bu duruma ilk kez tanık olmuyoruz.
Demokrasinin
"Farklı düşünenlerin birlikte yaşaması" mesleği olduğunu geçmişte de defalarca unuttuk. Ama bu süreçlerin hepsi demokrasinin rafa kaldırılması ile son buldu.
Birlikte yaşamak Bir anım var.
1975'te Adalet Partisi Genel Başkanı olan Süleyman Demirel,
"1'inci Milliyetçi Cephe" nin kurulacağını açıklamıştı. Milliyetçi Cephe içinde, 1970'te Adalet Partisi'nden kopanların kurduğu Demokratik Parti de vardı.
Demokratik Partililer, o güne kadar Demirel hakkında söylenmemesi gereken şeyler söylüyorlar, ailesini, icraatını, çevresini çeşitli aşağılayıcı eleştirilerle yıpratmaya çalışıyorlardı.
Demirel'i ziyaret ettiğimde bu durumu hatırlatıp, sordum:
- Sizi böylesine kural dışı ifadelerle hedef alan bir kadro ile nasıl koalisyon kurabileceksiniz? Demirel şu cevabı vermişti bana:
- Sivil siyasetin özü, bir gün önce birbirlerine hakaret edenlerin, ertesi gün kol kola girmeyi başarabilmeleridir.Başka mesleklerden siyasetin farkı budur. Evet. Demirel o dönemde iki Milliyetçi Cephe kurdu.
Ama toplum tepedeki cepheleşmenin, ertesi gün kol kola girmekle sonuçlanması gerektiğini algılayamadı. Cepheleşme ülke kentlerinin ve hatta polisin bile farklı kamplara ayrılmasına dayandı ve süreç 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile noktalandı.
Demek istediğim şu.
Ne Tayyip Erdoğan ne de Deniz Baykal, birbirlerine düşman iki ülkenin liderleridir.
Düşman kamplar mı? Veya farklı sermayelere ait medya grupları, birbirlerine kan davalı gazeteci ve yazar kadrolarının üslendiği düşman kamplar değildir.
Sabah'ta haber ve yorum konusu edilen olguları Doğan Medyası'nda da okumuyor musunuz? Hasan Cemal, Taha Akyol, Perihan Mağden, İsmet Berkan ve Cengiz Çandar, Engin Ardıç'tan, Ergun Babahan'dan, Emre Aköz'den, Ahmet Kekeç'ten, Ahmet Altan'dan farklı şeyleri mi savunuyor?
Aynı şekilde Hıncal Uluç çizgisini de Ertuğrul Özkök'te, Özdemir İnce'de, Oray Eğin'de veya Tufan Türenç'te bulmuyor musunuz?
Yargı kararına bağlanmamış iddianamelerin içeriklerine dayalı olarak birbirlerini manen veya siyaseten boğazlamaya dönük kamplaşmalar, ne ülkeye, ne de siyaset ve gazetecilik mesleklerine bir katkı sağlar.
Demokrasi çok sesliliktir.
Kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve sivillik, çoğulcu demokrasinin temel taşlarıdır.
Densizlik açık sözlülük, hakaret de eleştiri değildir.
"Türkün Türk'ten başka dostu yoktur" sözü de galiba tarihi bir yanılgıdır.
Yayın tarihi: 6 Temmuz 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/07/06//haber,76059EAB23AD4B8D9368FBDAAEE49FEB.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.