Olup bitenlere biraz geniş açıdan bakmaya çalışınca ortaya her şeye rağmen bir
anlam haritası çıkarmak mümkün.
Türkiye'deki rejim Soğuk Savaşın bitmesinden sonra hem içeriden hem dışarıdan üzerine gelen
değişim ve demokratikleşme baskılarına uzun süre direndi. Kurumlar, alışkanlıklarını değiştirmek, iktidarlarını kaybetmek veya paylaşmak istemediler.
Siyaset seçkinleri yeni dönemin dinamiklerine uygun şekilde siyaseti yeniden tanımlamadılar. Hızla değişen bir toplumun taleplerini anlamamakta direnip, yeni siyaset kalıpları geliştiremeyince sonunda
duvara çarparak tasfiye oldular .
Halbuki daha 1990'lı yılların başında
Türkiye'deki sermaye çevreleri yerleşik idari ve siyasi yapılanmayla bir yere varılamayacağını anlamıştı. Küresel kapitalizme
Türkiye'nin o haliyle yani
12 Eylül askeri rejiminin kurguladığı zihniyet ve kurumsal yapıyla eklemlenemeyeceğini görmüştü.
Demokratikleşme arayışı, özellikle de AB hedefi bu nedenle ve gerekli değişimin kod adı olarak bu dönemde ön plana çıktı. Bir bakıma bu arayış
Türkiye'nin yerleşik rejimindeki
iktidar bloku içinde bir çatlamanın hatta kırılmanın da işaretiydi.
Silahlı Kuvvetler'de travma Demokrasi derdi pek olmayan ancak paylaşım derdi giderek artan
Anadolu sermayesinin yükselişi sermaye kesimi ile devletçi anlayış arasındaki çatışmayı daha da keskinleştirecekti. 28 Şubat'ın ardından Anadolu sermayesi de Batı kurumlarını, hukuk devleti ilkesini, demokrasi davasına açık hale geldi.
İslamcı hareket içindeki ideolojik ayrılık ve nesil kırılması AKP'nin açılım yapabilmesini sağladı. 2002 seçimleriyle birlikte de İslamcılar iktidara geldiler.
Bu yükselişin Silahlı Kuvvetler'de, son günlerin moda deyimiyle, bir travma yaratmaması zordu. AKP'nin hükümet olması, 28 Şubat'ın da iflası anlamına geliyordu. Kurumdaki sertlik yanlıları o dönemde, toplumun bazı kesimlerine, sivrilmiş gazetecilere ve demokrasi ile siyasal liberalleşmeden yana olanlara karşı gösterilen insafsızlığın bu sonuçtaki payını da muhtemelen düşünmediler.
AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte TSK içinde bu durumla nasıl mücadele edileceğiyle ilgili bir ayrışma, anlaşılan yaşandı. 2003 ve 2004 yıllarında darbe girişimlerinde bulunanlar, devranın değiştiğini göremeyenler olmalıydı.
Türkiye'de demokrasi oyunundan farklı bir oyuna ne iç ne de dış siyasi dinamikler elvermiyordu. Bu durumda, siyaset dışı müdahalelerin dayanacağı devlet kurumları dışında bir taban da mevcut değildi.
Bu yeni gerçekliği belki de en iyi kavrayan şahsiyet
eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök oldu. Özkök kurumun gücünü muhafaza etmenin yolunun gelişmelere uygun olarak siyaset alanında geri çekilmeden geçtiğini gördü. Bu nedenledir ki hem darbelere karşı tavır aldı hem de Kıbrıs konusunda siyasi iktidarın açılımlarını en azından engelemeye çalışmadı. Ancak o da
kırmızı çizgiyi dincilik konusunda çizdi .
Darbe peşinde koşanların aynı zamanda
Türkiye'nin dış politikasında yeni arayışları, Rusya, Çin hatta İran ile ittifak arayışlarını gündeme getirmeleri de bu bağlam içinde şaşırtıcı değildi. Demokrasi kampından "ulusal çıkar" gerekçesiyle kopacak bir
Türkiye'de otoriter yönetim daha kolay gerçekleşebilirdi. Üstelik dışarıdan kimse de müdahil olamazdı.
Putin'e duyulan hayranlığın, AB ve ABD'yi
Türkiye'yi bölecekler veya İslamileştirecekler diye kötülemenin mantığı buydu.
Yayın tarihi: 6 Temmuz 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/07/06//haber,3195EA6043AC41719DB8E79A253704C4.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.