Amerika, Avrupa veya Hindistan'daki yeşil alanlar korunabilirken, Türkiye'de böyle bir kültür oluşmadı. Taksim Parkı'ndan Belgrad Ormanları'na kadar pek çok oksijen deposu, her geçen gün küçülüyor.
İyi ki siyaset yazmıyorum. Yoksa tozun dumana karıştığı, her şeyin koyu bir şüphe bulutu altında belirsizleştiği, insanların, ikisi de bence makbul olmayan iki durumdan ve gelişimden birini seçmeye zorlanıp çaresiz kaldıkları şu dönemde, yazmakta ne denli zorlanırdım! Yazmak zorunda olanlara kolay gelsin. Dur-durak bilmeyen son gezilerim, bana son haftalarda İstanbul ve
Türkiye'nin çok kaygıyla baktığım temel bir sorunu, ülkemize çöken çevre felaketi üzerine yazma fırsatı vermedi. Şimdi, bu gezilerden edinilmiş kimi izlenimleri de katarak, bu konuya biraz eğilmek istiyorum. Geçen hafta içinde iki
Hürriyet yazarının, Mehmet Y. Yılmaz ve Cengiz Semercioğlu'nun dile getirdikleri gözlem son derece doğru: Batı ülkelerindeki kentlerde, artık bizim sahip olmak bir yana, hayal bile edemeyeceğimiz devasa bir yeşil alan çokluğu var. Paris'te Lüksemburg veya Tuileries Bahçeleri, Londra'da Hyde Park,
New York'ta Central Park veya herhangi bir Avrupa kentinin parklarında dolaşırken, bizim güdük yeşilimizle nasıl kıyaslama yaparsınız!.. Ki biz onları bile sürekli azaltıyor, küçültüyor, giderek yok ediyoruz: Dolmabahçe vadisinden Gülhane Parkı'na, Tepebaşı bahçesinden Taksim Parkı'na, Maçka Parkı'ndan Belgrad Ormanları'na, İstanbul'un tarihi aynı zamanda giderek küçülen, betona teslim edilen ve içine yeşilin doğasına aykırı binbir fonksiyon eklenen kayıp yeşil alanların tarihidir. Ve bu hızla devam ediyor. Çok yakın zamanlara dek, 'boş' bir yeşil alana evlenme dairesi veya Migros binası yapmak son derece doğal sayılırdı. Günümüzde de örneğin Cahide'nin yazlık mekânına eğlenmeye gidenler, seçkin bir kent yeşil alanının içine ettiklerini de fark etmiyorlar mı? Bu bir parti görüşü, bir sol veya sağ ideoloji, bir siyasi rant sorunu da değil. Çünkü hepsi öyle yaptılar: Dalan'dan Nurettin Sözen'e, Tayyip Erdoğan'dan Kadir Topbaş'a kadar. Örneğin 'solcu ve halkçı' başkan Sözen'in Taksim ve Maçka Parklarına taşı ve betonu nasıl soktuğunu, Dolmabahçe yeşil alanının içine, G-Mall'un tam karşısındaki Opel binasına nasıl izin verdiğini bilenler bilir, yaşı tutanlar hatırlar. Temel sorun bence şu: Türkler yeşili sevmiyor, bomboş uzanan bir yeşil alanı ziyan olmuş sayıyor! İlla da içine bir şeyler yapılacak, bir işlev kazandırılacak, bir gelir kapısı sağlanacak. Yoksa, koskoca alana yazık-günah değil mi? Bu galiba ulusal bir şey. Doğu-Batı sorunu da değil, çünkü örneğin İran'ı gezenler, bu ülkedeki yeşil saygı ve sevgisini anmadan edemiyor. Ben de son Hindistan gezimde aynı izlenimi edindim. Ve de aslında tartışıp durduğumuz çok şey, bu temel özelliğimizin uzantısı. Örneğin en son, aslında son derece akıllı, kültürlü ve yetenekli bakanımız Ertuğrul Günay'ın 'tarihi Aspendos Tiyatrosu'nu korumak için' o arkeolojik alanın içine modern ve kocaman bir yapı, 'Aspendos'un ününden yararlanıp onu paraya tahvil edecek' bir yeni tiyatro kondurmak hevesini başka nasıl açıklarsınız? Niyet iyi, ama kimi yerlere hiç dokunmama ve olduğu gibi bırakma gereğini anlamaya, galiba ulusal yapımız izin vermiyor.
Bugünkü Tüm Yazıları
Türklerin yeşil düşmanlığı genetik mi?
Yayın tarihi: 4 Temmuz 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/07/04/cm/dorsay.html
Tüm hakları saklıdır.