Sinema öyle bir tutku ki, içine bir kez girdiğinizde sizi bırakmıyor. Cannes'da özel ödül alan 100 yaşındaki yönetmen Manoel de Oliveira, bunun en güzel örneği.
Carlton otelin terasında oturuyorum. Bu oteli hep dev bir kremalı pastaya benzetmişimdir. Eskiler "Teşbihte hata olmaz," derlerdi. Yani 'benzetmişseniz, doğrudur' anlamında... Benimle birlikte sanki geçmişin hayalleri de oturuyor. Şu karşı masada bir zamanlar John Huston'la konuşmamış mıydım? Alfred Hitchcock'u ilk kez eşi Alma'yla birlikte şu köşe masasında görmemiş miydim? Sergio Leone ile söyleşi yaptığım masa, kıyıya bakan şu büyük olanı değil miydi? François Truffaut birden terasa dalıp beni şaşkına düşürmemiş miydi? Evet, tüm onlar ve başkaları bu otelden, bu terastan, bu kasabadan gelip geçtiler. Arkalarından her birimize özel anılar ve tüm sinemaseverlere unutulmaz filmler bırakarak. Ya benim kaçıncı Cannes festivalim? İlk kez 1970'de geldiğime göre 40 yıla mı yaklaşıyor? Ancak 1973'ten sonra bir 10 küsur yıl gelmediğime göre, aslında daha az. Ama nasıl oluyor da hâlâ bu kadar heyecan duyuyorum? Hâlâ filmlerin önündeki bazen uzun kuyruklarda sabırla bekliyor, basın toplantılarında sinemacı fotoğrafları çekmek için gençlerle omuz omuza adeta savaşıyor, bir filmden çıkıp öbürüne dalıyorum? Çünkü bir yandan sinema öylesine bir tutku ki, içine aldıklarını bırakmıyor. Bakınız, Portekizli yönetmen Manoel de Oliveira, festivalin onur konuğu olarak geldi ve tam 100 yaşında olduğu için özel bir ödül aldı Clint Eastwood, Michel Piccoli gibi ünlülerin elinden. Ve 100 yaşındaki adam yeni projelerinden söz etti. Acaba sinemada herkesi, hepimizi etkileyen bir gençlik aşısı mı var? Öte yandan, kimi zaman büyük hayal kırıklıkları yaratsa da filmler hâlâ güzel, hâlâ kışkırtıcı, hâlâ baştan çıkarıcı. Yeni oyuncular, yeni yönetmenler de öyle; bizleri yeni âlemlere, kişisel dünyalara, farklı evrenlere taşımayı başarıyorlar. Ve Harrison Ford bilmem kaç yaşında yeniden 'kamçılı adam', eski hazineler peşindeki arkeolog Indiana Jones olmayı başarıyor. Ve ben bu kez Carlton otelin terasındaki son derece kibar garsona bir Chanel ısmarlıyorum: Hayır, bir moda ürünü değil, çilek, ananas ve portakal suyundan oluşan bir alkolsüz kokteyl. Ve "Bu modacı adı taşıyan nefis kokteyller nereden çıktı, eskiden de var mıydı?" diye sormaktan vazgeçiyorum. Zaman akıp gidiyor, yıllar geçiveriyor. Ama güzel şeyler hep var, her zaman da olacak. Yeter ki biz onları görmesini bilelim... Cannes'da yine adım başı Türk var; hem de artık smokinlerini çekip o ünlü kırmızı halıdan geçerek gece galalarına katılıyorlar. Sık sık Türkçe konuşulduğunu duyuyorum. Veya tanıdıklara rastlıyorum. Beni en çok şaşırtan, eski dostum, İstanbul'da belki 20 yıldır görmediğim sevgili Talha Çamaş ve eşi İlknur'a rastlamak oldu. Vizitur acentesiyle yıllardır Türkleri dünyaya ve dünyayı Türkiye'ye taşıyıp durmuş olan bu sevgili dostlarla bir gala öncesinde hasret giderdik. Elbette sayısız film alımcısı, hayli gazeteci, canlı yayın yapan NTV'ciler veya bir söyleşi için gelmiş CNN Türk'çüler. Tam kadro halinde gelmiş TÜRSAK'çılar, bu yıl standsız olma engelini yenerek Altın Portakal için temaslar kuruyorlar. Türk standı için gelmiş bakanlık mensupları (başta Sinema Dairesi Başkanı Abdurrahman Çelik dostumuz), İKSV sinema festivali yöneticileri... Kimi zaman kalabalıkta yüzlerini çıkarır gibi olduğum sosyete mensuplarımız. Ve daha kimler de kimler. Ve de bu kargaşada bir Türk sanatçısı: Yanda sözünü ettiğim Carlton oteli galerisinde 'video-heykellerini' sergileyen Server Demirtaş. 13-18 Mayıs arasında süren sergiye yetişip gidemedim gerçi, ama onu buradan kutlamak istiyorum.
Bugünkü Tüm Yazıları
100 yaşında yeni filmini düşünen adam!
Yayın tarihi: 23 Mayıs 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/05/23/cm/haber,2E1395BB8EFD4DE88A3A6BEC269895F9.html
Tüm hakları saklıdır.