Önceki gece eski Mydonose, şimdi İstanbul Sergi Sarayı olarak anılan dev çadır salonda Mustafa Erdoğan ve ekibinin yeni gösterisi Troya'nın galasını izledim. Gecenin ilk talihsizliği kuşkusuz Fenerbahçe maçı ile aynı güne denk getirilmiş olmasıydı. Bu nedenle sanat dünyasından çok az insan izlemeye gelmişti. Yılmaz Erdoğan ise, aile bağları nedeniyle maçı feda etmişti. Kendisini bu cesaretinden dolayı tebrik ediyorum.
İSİM BENZERLİĞİ Troya'yı anlatmaya başlamadan önce 2001 yılına dönmek lazım. O yıllarda henüz internetten sipariş filan verip, ertesi gün siparişin kapınıza gelmesi gibi durumlar yoktu. Yurtdışına çıkan arkadaşlarımızın çoğu dönüşte birer 'Lord Of The Dance' kaseti veya VCD'si getirirlerdi. İrlanda halk danslarının modernize edilip, çok kalabalık bir ekip tarafından sıfır hata ile sahneye konmasından oluşan bu gösteri hepimizi kendine hayran bırakırdı. Sonunda Türkiye'den Mustafa Erdoğan çıktı ve bu zevki ülkemizde kendi müziğimiz ve danslarımızla yaşattı. 2001'de ilk kez 'Sultans Of The Dance'ın ilk gösterisi Anadolu Ateşini (tabii burada bir kavram karmaşası var. Sonra grubun adı Anadolu Ateşi oldu. Belli ki 'Lord Of The Dance' ile bu büyük isim benzerliği onları bile rahatsız etmişti) izlediğimde tüylerim diken diken olmuş ve günlerce tüy formuna geri dönmemişti. Gösterinin her saniyesi, her davul vuruşu, her yeni yöre ayrı bir heyecandı.
MAÇTAN ÖNEMLİYDİ Grubun yedi yıl sonra sahneye koyduğu yeni gösterisini izlemek Fenerbahçe maçını izlememeyi bile mazur gösterebilecek kadar önemliydi benim için. 'Anadolu'nun dans diliyle Troya' sloganıyla yola çıkılan Troya'nın ilk sahnesi açıkçası biraz şaşırtıcı... Sokaklarında derviş kılıklı, cübbeli, takkeli insanların yürüdüğü bir Truva ile karşı karşıyayız. Açıkçası ağır oryantal etki, kafamızda oluşan Helenik Truva fikrine ağır bir tezat oluşturmuş. Tadında bırakılsa hayli lezzetli olabilecek olan bu oryantal çizgi, Helen'i gelin getiren Truvalılar'ın Arap ezgileriyle süslü müziklerle dansöz oynatması ile önce şaşırtıcı sonra da hayal kırıklığı yaratıcı bir çizgiye ulaşıyor. İlk yarı hikayeden kopan gösteri Frigyalılar'ın, Lidyalılar'ın kah Balkan, kah Anadolu ezgileri ile horon tepmesi ve halay çekmesine şahit oluyor. Hatta bir ara Şeyh Şamil bile gelip dans etti. Tüm bunlar tabii ki kültürümüzün gurur duyduğumuz renkleri... Ve Anadolu Ateşi, ilk gösterisinde bu renkleri göz kamaştırıcı birer parıltıya dönüştürmüştü. Şimdi bu yepyeni gösteride yeniden bu öğelerinin altının çizilmesi bana gereksiz geldi. İkinci yarı hikayeye daha çok ağırlık verildi. Ancak iskeletlerin dansı dışında parlak bir buluş yoktu. İskeletleri uyandıran büyücünün Şaman kıyafetlerini andıran kostümü de kafa karıştırıcıydı. Lakin Truvalılar da düşmanları da çok tanrılı dinlere inanıyorlardı. Yücel Arzen'in müzikleri hayli etkileyici ve dramatik yapıyla özdeşleşiyordu. Ana karakterlerin kıyafetleri başarılıydı. Ancak çubuk izlenimi veren mızraklar, ucuz görünen dansçı kıyafetleri seyirciyi Truva'ya götürme fikrinden uzaktılar.
RİSK ALMAK LAZIM! Fikirlerim, üzerinde bu kadar çok çalışılmış ve ciddi emek sarfedilmiş bir prodüksiyon için sert gelebilir. Yine ülkemiz normlarında standartları çok yüksek bir gösteri ile karşı karşıyayız. Ancak beklentimi bu kadar yükselten şey Mustafa Erdoğan ve grubunun ilk prodüksiyonunun yarattığı etkidir. Ellerinde para ve bu kadar imkan yokken şahane bir iş çıkaran ekipten, İngiltere ve Amerika prodüksiyonları ile yarışabilecek görkemli bir işe imza atmalarını beklerdim. Görkemli bir Truva inşa edilmiş olmasını ve seyirci tepkisinin halay dansının milli damarlarları kabartıcı etkisi veya oryantalin kanı kabartan etkisine yüklenmemiş olmasını umardım. Hele finalde meseleyi Çanakkale'ye bağlayıp bir de Türk bayrağı resmini sahneye yansıtmak bu ekibe hiç de yakışmayan bir popülizm bence. Orta vadede ortalama seyirciden alkış ve para kazanabilirsiniz ama uzun vadede kalıcı olmak için biraz daha risk almak lazım bence...
Yayın tarihi: 10 Nisan 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/04/10/gny/gulsan.html
Tüm hakları saklıdır.