İşler çok karıştığı zaman
"Ayıkla pirincin taşını" demez miyiz? Bunu günümüz ortamına uyarlarsak herhalde
"Ayıkla hukukun içindeki siyaseti" veya
"Ayıkla siyasetin içindeki hukuku" dememiz gerekecektir.
Burada tabii ki kavram kargaşasına düşmekten kaçınmalıyız. Siyaset de hukuk da toplumsal olgular. Bunları ne birbirlerinden ayırabiliriz ne de hukuku siyasetten soyutlayabiliriz.
Neticede kanunları yani yazılı hukuku siyasetçiler (veya yasama) oluşturur. Ama bu kanunların uyması gereken evrensel hukuk normları tarih boyunca, sayısız beyinler ve kültürler tarafından oluşturulmuştur.
Eğer siz kendi ülkenizde kanunları oluştururken evrensel hukuk normlarını görmezden gelir ve kendi güncel gerçeklerinize göre
"Biz bize benzeriz" mantığındaki bir yeni hukuk anlayışı üretirseniz, işler çığırından çıkar.
Örneğin hukukun kabul ettiği evrensel
"suç" olgusu çığırından çıkar. Sizin ülkenize özgü
"moda suçlar" icat edilir.
Her ekonomik krizde yeni "
ekonomik suçlar" icat edersiniz. Böylece
"teşebbüs hürriyeti" de,
"mülkiyet hakkı" da dönemlere göre rafa kaldırılır.
Hukuk ve yargı Örneğin iktidar kavgası kızışıp işin içine şiddet ve terör de katılırsa, insan haklarının ve temel hürriyetlerin rafa kaldırıldığı kanunlar yapılır... Sonunda
"devlet terörü" veya
"yargıçlar devleti" gibi oluşumlar devreye girer.
Acaba
"Ayıkla hukukun içindeki siyaseti" veya
"Ayıkla siyasetin içindeki hukuku" söylemlerindeki
"hukuk" yerine
"yargı" kavramını mı koymamız daha doğru olur?
Ama bu da pek mümkün değil.
Çünkü yargı mensuplarını Anglo-Amerikan sistemindeki jüri üyelerine yapıldığı gibi, yargı sürecinde bir odaya kapatıp, siyasetten ve gündemden kopartamazsınız ki. Onların mahalle baskısına veya dış etkilere karşı dirençlerinin varlığını, sadece onların ahlaklarına, medeni cesaretlerine ve özerk olması gereken kişiliklerine emanet edebilirsiniz.
Bir hâkimin veya bir savcının, oy verdiği partiye ya da okuduğu köşe yazarına göre kanunları yorumlayacağını düşünmek bile istemezsiniz. Ya da parasal çapı büyük bir hukuk davasında, geçim zorluğu çeken bir hâkimin ille de zengin olan davalının aleyhinde karar vereceği düşünülebilir mi?
Hakikat ve gerçeklik Kısacası hep olaylara takılıp soyut düşünmek alışkanlığına bir türlü sahip olamadığımız için, siyaset erbabı da hukukçular da, hayatımızı kolaylaştırmak ve uzlaşmalar yaratmak gibi fonksiyonları olduğunu düşünemez hale geldiler.
Dünkü Akşam'da Ali Saydam
"Hakikat" ile
"Gerçeklik" arasındaki kavram farklarını şu şekilde pek güzel vurgulamıştı:
- İngilizce'siyle yazarsak, sanki daha da iyi anlaşılıyor. Hakikat (truth) ve gerçeklik (reality) hiçbir zaman üst üste gelmiyor,
'özdeş' olamıyorlar... Şimdi bunu son günlerdeki gelişmelere uygulayalım. Hakikat ne? Hukuk devleti ilkeleri... Anayasa, yasalar vs... İşin hakikatine göre savcının AK Parti aleyhine açtığı dava son derece doğal bir süreçtir. Sürecin nereye gittiğini beklemek ve Türk adaletine hukuk sistemine, savcılara ve hâkimlere güvenmek gerek... Hakikat bu...
- Aynı
'hakikat' Ergenekon tutuklamaları için de geçerli değil mi? İktidar falan değil, savcının yazılı talimatı üzerine polis gerekeni yapmıştır. İşin hakikatine göre yasalar karşısında herkes eşittir, savcının elinde hangi deliller olduğu bilinmemektedir... Adaletin tecellisi beklenmelidir... AK Parti'nin kapatılması davası ile Ergenekon davasının uygulamalarına bakarsanız
'hakikat' açısından durum budur...
Gerçeklik zorluyor - Ancak realitede böyle midir? Kesinlikle değildir. AK Parti'yi kapatmaya kalkmanızın, 1925 doğumlu İlhan Selçuk'u ne suç işlediğini düşünürseniz düşünün, sabahın köründe apar topar evinden almanızın, kamu vicdanında nasıl algılanmasını bekliyorsunuz? Gerçeklik hakikatin söylediğinden farklı şeyler söyleyebilir... Daha doğrusu söyler... Bazen o sese kulak vermek gerekir...
İlter Türkmen de Hürriyet'teki yazısında AK Parti'nin kapatılmasının istendiği
"İddianame" yi değerlendirirken, şöyle bir kavram kargaşasının varlığını vurguluyordu:
- Başsavcı'nın, iddianamesinde, öngördüğü serbest seçimlerin kökten dincilere iktidar kapısını açacağı anlaşıldığı için siyasi yönü tamamen rafa kaldırılan Büyük Ortadoğu Projesi'ne de (BOP) şöyle değinilmiş:
"90'lı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölgemiz için ürettiği ılımlı İslam ve onun siyasi hedefi BOP." AB ne istiyor acaba? - Bu bağlamda ilk önce
"küreselleşmenin merkez güçleri "nden ABD dışında hangi ülkelerin kastedildiğini bilmek gerekir. Bunlar arasında mutlaka AB de var. Demek oluyor ki AB bir yandan bizim arzuladığımız bir laik kamu düzeni oluşturuyor, diğer yandan da Türkiye'de ılımlı İslam'ı yerleştirmeye çalışıyor!
- Peki, o zaman iddianame niçin Türkiye'yi AB kamu düzeninin bir parçası olarak görmeye devam ediyor? Bu çelişkiler kuşkusuz iddianamenin temel dengesini etkilemez, fakat ne de olsa izahı zor bir kavram kargaşasına ve komplo teorisi iptilasının ne kadar yaygın olduğuna delalet eder.
Görüldüğü gibi şu dönemde pirincin taşını ayıklamak, siyasetteki hukuku veya yargıdaki siyaseti ayıklamaktan çok daha kolay bir uğraştır.
Yayın tarihi: 23 Mart 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/03/23//barlas.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.