kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 29 Temmuz 2007, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC

Köpek Çağı

Sema KAYGUSUZ
Bahçelerin arasındaki toprak yollarda, birdenbire belirirdi Bahçıvan. Bu birdenbire görünmeleri onun, yüzü aşkın kır evini hücrelere bölen, kim bilir kaç toprak yolda aynı anda olurdu da o sırada yola kim bakıyorsa, aynı Bahçıvan'ı görür; ama gördüğü kişiyi, bir köylü, belasını bulmuş hırpani bir adam ya da bir Bahçıvan olarak değil de başka bir şey sanarak, tuhaf bir üşümeye kapılırdı. Üşüme, ürpertiye içkin tüy tüy bir duyguydu o zaman. Bahçıvan toprak yollardan geçerken, ayağına geçirdiği lastiklerin onca sessizliğine rağmen, insanlar bir gürültü duymuş gibi yola bakardı. Köpekler hırlardı çünkü. Bütün köpeklerimiz, bahçelerin içinde ve dışında yaşayan büyük bir köpek halkı, kulaklarını dikeltip dişlerini göstererek Bahçıvan'a hırlar, o gözden kayboluncaya değin uzun uzun ulur, sonra gölgelik bir yere çekilip huzursuzca toprak yolları gözlemeye başlardı.

ACI YEŞİL HUZURSUZLUK
Günün en kızgın saatlerinde verandalarına çekilen site sakinleri, kelime oyunlarından, bulmacalarından bir an için başlarını kaldırıp Bahçıvan'ı gördüklerinde, içlerine ansızın bir ölüm korkusu düşerdi. Kendi ölümlerinden öte, ölümlülüğe dair bir düşünce kazık gibi saplanırdı kalplerine. Mecburen yerlerinden kalkar, uyumak için serin odalara kapanır ya da soğuk bir şeyler içmek için mutfağa yönelirlerdi. Bahçıvan geçip giderken sessizleşirdik yani... Bizi birbirimizin gözünde daha soylu kılan acı yeşil bir huzursuzluğa boyanır, birbirimizin kızarıp bozaran yüzlerinde, sohbeti başlatacak bir kelime arardık. Günü ortadan ikiye yarardı bu adam. Omzunda ağaç diplerini bellemek için kullandığı kazması, üstüne çapraz geçirdiği heybesi, başında solmuş şapkasıyla, aynı anda her yerde beliren bir iblis gibi dolanırdı aramızda. Sonra usulca yaklaşıp bahçelerin kapısını açar, çiçek tarhlarından önce sebze ve yeşilliklerin dikili olduğu kısma geçip, vaktinde toplamadığımız için kartlaşmış hıyarları, naneleri, marulları, çiçeğe dönmüş dereotlarını göstere göstere, lafı ağzında hiç dolandırmadan, Trakyalı atalarından kalma mavi bir bakışla ve onu nihayet normal bir insan yapan Trakyalı şivesiyle "Aptal mısınız siz, niye yemiyorsunuz bunları?" diye azarlardı bizi. O vakit rahatlardık işte. Bir şehirlinin köylüden işiteceği azar, bu kadar olurdu ve bu kadarcık hükmü olurdu Bahçıvan'ın üstümüzde. Ama köpekler durmazdı. Her evin köpeği, Bahçıvan bahçeden çıkıncaya değin fırdolayı çevresinde koşturur, durmaksızın kuyruğunu sallar, patlayıncaya havlar, adamın keskin bir 'hoşt'lamasıyla, ıyk ıyk ıyk inildeyen bir sesle kuyruğunu bacaklarına kıstırarak kenara çekilirdi. Biz de çekilirdik tabii. Bahçıvan elinde metrelerce hortumu, bir uçtan öbür uca arazimizi kaplardı. Onun bildiği, bizim bilmediğimiz bir şey vardı onda. Bitkilere dair değil, köpeklere dair bir şey... Köpeğin imgesindeki Bahçıvan'dan ürküyorduk biz. Köpeğin fikrine erişmek için, uzayı bükmeli, bir köpek olmalı, siyah beyaz bir duyumla bakmalıydık Bahçıvan'a. Bahçıvan'ı içine katmazsak, saatlerin uzayışıydı yaz mevsimi. Bir de havuzda cebelleşen çocuk çığlıkları, bisiklet zilleri ve yavrusuna uçmayı öğreten karganın bağırtısıydı. Seslerle kuruluyordu saatler. Güneş ışınlarının eğimine göre sesler kendi kendini yaratıyor; ötüşlerden vızıltılara, kuğurdamalardan tavla şakırtılarına, su çırpıntısından böcek ötüşlerine doğru üst üste devinip dönüşüyor, derken köpek havlamalarıyla ansızın kesiliveriyordu. Toprak yolda ağır ağır ilerliyordu Bahçıvan. Biz her gün unutuyor, her gün yeniden tanışıyorduk onunla. Ses devinimini sekteye uğratan, köpek havlamasından başka her şeyi susturan, sağırlaştırıcı bir etkisi vardı onun. Belki köpekler Bahçıvan'ın ağzında dolandırdığı bir şey duyuyordu da biz duyamıyorduk. Köpeklerin anladığı, bizim anlamadığımız bir söz. Devasa bir üçgen üstüne kurulu arazimizin iki kenarı meşe ormanına, uzun kenarı ise geniş bir çayırlığa bakıyordu. Çayırlığın bitiminde bir dere, dereyi yaran zümrüdtaşların üstünde yusufçuklar uçuşurdu. Yusufçuklardan sonra kireç rengi köyü başlardı Bahçıvan'ın. Köyle aramızda bir zaman farkı vardı sanki. Bahçıvan'ın hangi çağdan bizim zamanımıza sıçradığını kestiremiyorduk. İlginçtir, Bahçıvan konusunu hiç açmadık birbirimize. Biz zamanı, aynı şey yalnızca birimizin başına gelsin diye kurmuştuk. Bahçıvan belirir belirmez yüzeye çıkan kara duyguların, bir tek kendi başımıza geldiğini sanıyor, gözlerimizi birbirimizden kaçırarak uzak yerlere bakıyorduk. Onun boynumuza attığı görünmez kement hepimizin boğazını sıkıyordu.

BİR KÖPEK KATİLİ Mİ?
Bundan sonrası için anlatacak fazla bir şey yok aslında. Tekinsiz bir adamın aramızdaki yürüyüşünden, bu yürüyüşün ardından uzayan gölgenin sokaklara düşüşünden, sitede bizimle yaşayan evcil ve yabani bütün köpeklerin aynı anda hareketlenmesinden başka; onu gördüğümde içimin derinliklerinde titreyen kendi telimden söz edebilirim size... Mi notasında tınlayan, örümcek ağı inceliğinde, çelik denli dirençli bir teldir bu. Ucunu bucağını bilemediğim tüf rengi boşluğuma gerili, kendine çarpacak duyguyu bekliyordur. Bazen bir duyguya uğrarım. O duygu posası çıkıncaya değin kalbimde ezilir, midemde öğütülür, kasık damarımdan süzülüp özüne varıncaya değin incelir, sonra telime değer. Bahçıvan'ın tele dokundurduğuna gelince; tınlayan mi sesi, insan etinin bastırılmış zaman korkusuydu, diyebilirim belki. Öte yandan, okuma ahlakını bir kenara bırakıp okuma alışkanlıklarına göre düşünürsek, Bahçıvan'ın bir köpek katili olduğunu varsayıp hikâyenin gidişatına göre, bir bir öldürmemiz gerekir köpekleri. Rambo'yu, sarı gözlü Tristan'ı, kıvırcık Fırfır'ı ve birkaç tanesini daha... Köpeklerin ölüsüyle yetinemediğimiz için, bir tanesinin ölüşünü görmemiz gerekir ki hikâyemiz hem daha dramatik bir hal alsın hem de pornografik çeşnisi olsun azıcık. Sitede yaşayan köpeklerin arasından en ölümsüz görünen Sivas kangalı Rambo'yu seçersek, koca hayvanın ağzından köpükler çıkararak iç kıyıcı bir inildeyişle can vermesi, eminim çok çarpıcı bir sahne olacaktır. Kan dökmeye gönül indirmeden sırf zehirleyerek gövdeyi aşağılayabiliriz böylece. Hikâyemiz hızla genişlemeye başlar. Artık arzuladığımız sarsıcı içburkuntusuna sözcük sözcük erişebiliriz. Büyük olasılıkla bütün köpekler danaburnu ilacıyla zehirlenmiş olurlar. Köpek cinayetlerini Bahçıvan'ın işlediğini tam olarak kanıtlayamayacağımız için, havuzbaşında alelacele toplanan site yönetimi, bundan böyle bahçelerde danaburnu ilacı kullanılmaması, ayrıca birdenbire karşımıza çıkıp somurtuk suratıyla içimize bir ürperti salan Bahçıvan'ın işine derhal son verilmesi kararını alır. Derken, hikâyenin ikinci gergin noktasına doğru tırmanışa geçeriz. Bahçıvan'ın köpek nefreti efsaneleşmeye başlar. Kim bilir, ne derdi vardır adamın? Nasıl bir trajedi yaşamıştır ki böylesi nefret etmiştir yeryüzündeki bütün köpek mahlukundan? İster istemez Bahçıvan'a iliştirecek korkunç bir anı yaratırız. Belirsizliğe katlanamadığımız için. Evrenin önümüze serdiği onca muammaya, yerkabuğunun muğlaklığına, zamanın oynaklığına rağmen, biz belirsizliğe dayanamayız okurken. Bu anı, hem hikâyenin bitişi hem de başlangıç noktası olması açısından, kuşkusuz bizi rahatlatacaktır. Peşimiz sıra koşuşturan çizgisel zamanı, iki ucundan tutup bir kenara ayırmak için yeni bir fırsat daha. Ne ki, hikâye, görünebildiğinde, böyle arsızca, bir yazı değildir artık. Kalpsiz bir kurgudur, hepsi bu. Köpeklerin hiç ölmediği, Bahçıvan'ın her zamanki gibi aramızda dolaştığı kesite dönersek, gördüğünüz gibi hiçbir şey olmadı şimdi. Köpeğin imgesinde asılı kaldık. Huzursuzuz... Ben bu huzursuzluk yüzünden günlerce uyuyamadım. Günlerce ardı sıra dolandım Bahçıvan'ın. Ona belli etmeden ardından bisiklet sürüp, uğradığı bahçelerde kendime sürgün topladım. Dikkatle köpeklere baktım. Havlayışlarının tartımını ölçmeye çalıştım. Kulaklarının dikilişini, gözlerinin büyüyüşünü gözledim. Sıradışı olan her şey kendi olağanlığında seyrediyor; köpekler ve Bahçıvan, beni göremediğim bir çemberin dışına itiyordu. Belki de her şey rastlantısaldı. Olanlara fazladan bir anlam iliştirdiğimiz için oluyordu bunlar. Baktım ki bir sonuca ulaşamıyorum, ben de peşini bıraktım Bahçıvan'ın. Yaz sesleri aynı döngüsellikte akıp giderken, her geçen gün bir öncekini silerek üst üste biniyor, bütün bir yaz bir tek güne küçülüyordu. Birbirinin aynı olan yaz sabahlarının birinde, erkenden çıktım evden. Yazlık evlerin verandalarında plaj havluları uçuşuyordu. Gündoğumunun sesini dinledim biraz. Ay silikleşirken uzaya sürtünüyordu. Sitenin çayırlığa bakan kısmına doğru ilerlerken tuhaf sesler duydum. Soluk soluğa hırıldayışlar, kesik havlamalar... Çayır sapsarıydı. Kuru otlar durmadan hışırdıyordu. Dikenlerin arasında bir dolu köpek oradan oraya sıçrıyor, sırt üstü yatıp oynaşıyor, sonra dilleri dışarıda neşeyle koşuşturuyorlardı. Ağaçların arasındaki bucaklarda gezine gezine izledim onları. Ses çıkartmadan. Sanki ben hiç yoktum, hatta hiçbir zaman olmamıştım. Köpeklerin sırtları pırıl pırıl, dilleri kocamandı. Sabah çiğiyle sırılsıklam, kan ter içinde alt alta, üst üste güreşiyor, birbirlerini yakalayıp hafifçe dişleyerek gerisin geri uzağa kaçışıyorlardı. Eve vardığımda bitkindim. Kaç saat uyudum bilmem. Öğleden sonra havuza gitmek için dışarı çıktığımda bir baktım, bütün evlerin önündeyim. Her yöne açılan toprak yolun başında, burgaçlı zamanın içindeyim. Acayip bir gürültü... Havlamadan başka hiçbir şey duyamıyorum. Gözümde köpeklerin gözleri, beni kendi çağlarına çağırıyorlardı. (Yıldız, Temmuz 2007)