Cumhuriyet nesilleri yazık ki
tebaa ile vatandaş arasındaki farkın ayırdına pek varamadılar. Eğitim sisteminin ve siyaset anlayışının devleti merkeze yerleştiren otoriter esintileri kadar köylülükten kurtulmamış olmanın da bunda payı vardı. Dahası laik Cumhuriyet'in makbul vatandaşı
Hanefi Sünni Müslüman Türk idi. Vatandaşlık bağlamında, teorik olan ile fiilen yaşanan arasındaki farkı bu dört özelliği birden taşımayanlar hep bildiler. Dönemlere bağlı olarak bunun sıkıntılarını az ya da çok yaşadılar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasının yarattığı travma, bundan kimlerin ve neyin sorumlu tutulduğu
Cumhuriyet'in milletleşme politikalarına damgasını vurdu. Cumhuriyet projesi Türk ulusunu yaratırken Anadolu'yu Müslümanlaştırdı.
Varlık vergisi faciası Yahudi nüfusun yarısının gitmesine katkıda bulundu. Kıbrıs krizleriyle bağlantılı olarak yaşanan 6-7 Eylül olayları, 1964 kararnamesi ve nihayet Kıbrıs harekatı İstanbul'un Rum nüfusunu bitirdi. Özellikle
son 30 yılda her türlü hakarete maruz bırakılan üç ay önce de çok kıymetli ve mert bir evladını kurban veren Ermeni cemaati iyice küçüldü. Anadolu'nun gayri müslim toplulukları eridiler. Kelaynaklar ile benzerlikleri böyle gelişti.
Düşman muamelesi Devlet bu süre zarfında ve özellikle de 1960"lardan itibaren dinsel azınlıklara içimizdeki düşman muamelesini yoğunlaştırdı. Gizli kararnameyle kurulan ve varlığından vatandaşların ancak kapatıldığında haberdar oldukları "Azınlıklar Tali Komisyonu" belki bu yaklaşımın Kafka'ya şapka çıkartacak en mükemmel örneğiydi.
Yargıtay 1974'teki bir kararında Türk vatandaşı olan ancak Müslüman olmayanları yabancı diye nitelerken utanmadı. Devlet Denetleme Kurulu 2006'da Yabancı vakıflarla ilgili bir raporunda alt başlıkların birisine gayri Müslim Türk vatandaşlarının kurdukları vakıfları dahil edebildi. Uyarılara rağmen de bu dili değiştirmedi. Hoşgörü devlet katında da millet katında da
ancak teorik olarak benimsendi. Ard arda yapılan Muhafazakarlık, Milliyetçilik ve Türkiye'de din ve laiklik araştırmaları ortalama Türk vatandaşının kendisi gibi olmayana karşı ne
derin önyargılar taşıdığını ortaya koydu.
Laiklikle bağdaşmıyor Benzer örneklere milletleşme sürecindeki hemen her yerde rastlanabilir. Türkiye'nin düşman ikizi Yunanistan'da da bu tür sakillikler sayılamayacak kadar çoktur. Önemli olan Cumhuriyet'in kuruluş travmaları nedeniyle genelde "bizden" olmayana yönelik ne laiklikle ne hoşgörüyle bağdaşacak tavırların bugünkü yoğunluğu. Cuma günkü yazısında Erdal Şafak'ın hatırlattığı örnekler Malatya faciasına yol açan iklimin nasıl yaratıldığını, devletin sorumluluğunu ve bunlara ne ölçüde göz yumduğunu hatta teşvik ettiğini gösteriyordu. Ancak devlet bu işin yegane sorumlusu da sayılmaz. Özellikle Malatya ve daha önceki Dink ve Santoro cinayetlerini Türkiye'ye yönelik komplo olarak sunanların da düşünmeleri gereken bir olgu var. Türkiye'de kamuoyu yalnızca devlet tarafından oluşturulmuyor. Bu iklime katkıda bulunan
kişiler, yayınlar ve yayın organları çok.
İslam, Türklük veya herhangi bir başka değer adına yapılan saldırganlıklara cemaat dayanışması adına karşı çıkmayanların, bu nefret söylemini ve özellikle de şiddet düşkünlüğünü besleyenlere cephe almayanların da bir
muhasebe yapmaları gerekir. Malatya ve benzeri olayları yalnızca komplo diye sunmak, AB'nin küstahlığının sonucu diye takdim etmek sorumluluktan kaçıştır. Bu boyutlar eksik olmasa da, projektörü gene kendimizden başkasına çevirmek demektir.
Kurbanların sayısı artarken
dürüst bir muhasebeden bu denli kaçmak züldür.
Yayın tarihi: 22 Nisan 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/04/22//haber,4B6885DEBAD04E5FBEE9381B72DC2A37.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.