Gerçek bir Rönesans'ın eşiğindeyiz...
Antalya 2006, Türk sineması tarihi içinde önemli bir atılımın, hatta o ünlü sözcükle bir Rönesans'ın başlangıcı sayılacak.
Herkes gibi ben de festival yönetiminin temelde haklı, ama çok geç, son dakikada verildiği için en azından biraz nezaketsiz duran o ünlü kararıyla, 'DVD'si çıkmış filmleri dışarda bırakma' uygulamasıyla yarattığı durumun, yarışmayı biraz güdük bırakacağından kuşku duyuyordum. Ama öyle olmadı. O ünlü ve değeri kabul edilmiş filmleri eleyerek, yepyeni filmlerin kendi aralarında yarışmalarının heyecanını büyük ölçüde artırdı. Ve sonunda ortaya, son yılların en gerilimli, sonuçları en merak edilen Altın Portakal'ı çıktı. Gerçi yarışan dokuz film için aynı şeyler söylenemez. Bunlardan ikisi, Kardan Adamlar ve İki Süper Film Birden hakkında hiç de olumlu olmayan yazılarımı okudunuz. Geriye kalan birkaç film için de yakında okuyacaksınız.
HEPSİ PARLAK FİLMLER Ya diğer beş tanesi? Hepsi de kendi çerçeveleri içinde son derece başarılı filmlerdi. Nuri Bilge Ceylan'ın İklimler'ini Cannes'da, filme hayran kalan dünya medyasının ünlü eleştirmenleriyle birlikte izlemiştim. Gerçi benim kişisel olarak birkaç 'dipnotum' yok değildi. Ama yine de bu kendi çapında son derece başarılı bir film, Ceylan'ın üretim zinciri içinde biraz farklı ve önemli bir halkaydı. Diğer filmler benim için kapalı kutuydu. Ama kutulardan şaşırtıcı şeyler çıktı. Ömer Uğur'un sempatiyle baktığım Hemşo'dan sonra bambaşka bir türde, siyasal sinema denen belalı alanda Eve Dönüş gibi bir film çıkaracağını ummamıştım. Özellikle son yarıda alıp başını giden bu film, aslında 12 Eylül sonrasına Babam ve Oğlum'dan çok daha sert bir bakış atıyor ve insan onurunu çiğneyen her türlü baskı ve işkenceye karşı tavrıyla, dünya literatürü içinde yer almayı hak ediyordu. Ya bir önceki filmi Çamur'dan nefret ettiğim Derviş Zaim'in Osmanlı'daki nakkaşlara ve onların çalkantılı bir dönemdeki siyaset oyunlarına karışmasına göz atan filmi Cenneti Beklerken. Zaim'den beklemediğim türde ve olgunlukta bir filmdi bu, sinemamızda aykırı ve yalnız bir zirve. Ama ne zirve! Festival öncesinde bir DVD'den izlediğim Takva ise zaten gözdelerimdendi. Bir dönemde güzel işler yapan Yeni Sinemacılar gurubunun yeniden işbaşı yaptığı film, ülkemizin çok güncel bir sorununa, tarikatlara yaklaşırken ucuz polemikleri reddedip meseleye çok daha genel ve felsefi bir tavırla yaklaşıyor ve usta bir yönetmeni, Özer Kızıltan'ı da haberliyordu. Ve de elbette Zeki Demirkubuz'un Kader'i. Daha önce yazdığım gibi bir röportaj nedeniyle göremediğim bu film de anlaşılan Zeki'nin en iyi filmlerinden biri, belki de başyapıtı. Bu filmlere, bu hafta gösterime çıkan ve yine bir başyapıt saydığım Reha Erdem filmi Beş Vakit de eklenebilir. Görüldüğü gibi, gerçekten parlak bir toplam. Ve kuşku yok ki mevsim içinde başkaları da gelecek. Belki, hazmı güç kimi ticari filmleri, TV şöhretleriyle doldurulmuş ve popüler olma uğruna sinema sanatını çiğneyip geçmiş bir sürü ucuzluğu da izlemek zorunda kalacağız. Ama sanırım değer... Ve de bunca parlak bir dönemde, Oscar'lara Dondurmam Gaymak'ın seçilmesine çok şaştığımı belirtmeliyim. Henüz göremediğim bu filme zalimce davranmak istemem, ama ilk bakışta, bunca önemli filmin yanındaki yeri hayli mütevazı gözüküyor. Umarım yanılırız ve film en azından Oscar adaylığına ulaşır.
ATİLLA DORSAY
|