|
|
Düğünlerde çalarak çok şey öğrendik
Hüsnü Şenlendirici ve Özcan Deniz yarın akşam Açıkhava'da hayranlarına müziğin hasını sunacak... Yaptıkları müzikle, büyük bir dinleyici kitlesine sahip olan bu iki yetenekli yakışıklının bir ortak noktası da müziğe ilk başladıkları yıllarda Ege köylerinde ve düğünlerdeki çalıp söylemeleri.
* Daha önce bir neyzenle, Mercan Dede ile çalıştınız. Şimdi de bir klarnetçiyle... Özcan Deniz: Aslında Mercan Dede'yi neyzen olarak görmemek gerek, o elektronik müziğin usta bir ismi.
* Sever misiniz nefesli çalgıları? Ö.D.: Tabii ki severim. Bunlar perdelere sınırlı olmadıkları için insan sesine, duygusuna en yakın enstrümanlar... Oradan başka sesler, başka duygular çıkıyor.
* Enstrüman çalıyor musunuz? Ö.D.: Nefesli çalamıyorum ama bağlama çalıyorum.
* Konserde birbirinizin parçalarını icra edecekmişsiniz... Ö.D.: Tabii. Zaten ikimizin albümünden oluşan bir repertuvar. Benim hem kendi solo albümlerimde okuduğum hem de filmlerimin soundtrack'lerinde okuduğum bazı parçalar var. Hüsnü'nün de albümünden ve performansından oluşturduk repertuvarı.
* Film şarkıları çok seviliyor değil mi, özellikle Firuze'dekiler... Ö.D.: Firuze'den iki şarkı var, Asmalı Konak'tan var... Hüsnü Şenlendirci: Ben de Selvi Boylum Al Yazmalım'ı çalacağım. Cahit Berkay'ın parçası.
* Kimleri dinliyorsunuz? H.Ş.: Herkesi dinlerim. İnsanın bir türe bağlı olması gerek ama ben çocukluğumdan beri farklı faklı oluşumların içinde yer aldığım için... Ama bağlamaya dayanamıyorum. Aslında benim kökenim Türk Sanat Müziği diyebilirim ama bağlama ve Türk Halk Müziği, özellikle Kırşehir yöresi beni bitiriyor diyebilirim. Ö.D.: İç Anadolu ve Kırşehir benim de tutkum. Özellikle Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş. Bir de Doğu'daki dengbejleri çok severim. Onlar, İç Anadolu'nun dervişleri, halk ozanları gibi.
* Amcanız da bir dengebej değil mi? Ö.D.: Evet. Şakiro... Şakir Deniz ama Şakiro diye tanırlar. Dengbej zaten sesi güzel olanlara verilen bir lakap. Deng ses demek, bej de güzel anlamında.
* Kürtçe biliyor musunuz? Ö.D.: Bilmiyorum ama anlıyorum. Evde büyükannem var, bazen ona soruyorum. Çünkü ben amcamın sesine, okuyuşuna hayranım. Onun söylediklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Onların özel bir teknikleri var, çok hızlı okuyorlar. Kürtçe'ye hakim birinin bile anlaması zor. O çok büyük bir sanattır çünkü köy köy dolaşıp hikaye anlatırlar. Sadece bu topraklara ait hikayeler değil, Ortadoğu'ya da hakimdirler. Oturur 24 saat okurlar. Bestelenmiş bir şey de değildir okudukları. O hikayeyi şarkı formunda, kendi üslubuyla okurlar. Dengbejlerin teknikleri var ve oldukça zor bir teknik, eğitimle öğrenebileceğiniz bir şey de değil.
* Siz Romanca biliyor musunuz? H.Ş.: Hayır.
* Müzisyenlik Romanlar için bir kader gibi değil mi? H.Ş.: Öyle bakmamak lazım. Romanlar'a verilmiş bir ödül bu, bir armağan. Değerlendirebilene... Ama Türkiye'de Romanlar hâlâ kabul edilmiyor. Adama "Roman mısın?" diye sorduğun zaman hakaret etmişsin gibi oluyor. Şu an Türkiye'deki müzik potansiyelinin yüzde 60'ı Romanlar'ın elinde. Belki daha fazla bile olabilir. TRT'de bir sürü sanatçı var. Türkiye müzik hayatına bir sürü katkıları oluyor ama ülkede doğru dürüst müzik eğitimi verilmediği için insanlar müzisyenin ne demek olduğunu bilemiyorlar maalesef. Çalgıcı deniyor, aslında bu güzel bir laf ama bunun öyle bir kurgulaması var ki... Ö.D.: Yok be, şimdi değişti gibi sanki. Birkaç tane insan çıkıp solo bir şeyler yapmaya başladınız, farklı bir algı oldu. Eskiden Mehmet Akatay kardeşler, sen... Şimdilerde grup kurup albüm yapan çocuklar, hep sizin mahallenin çocukları.
ROMANLAR ÇOK ŞEY ÖĞRETTİ H.Ş.: Biz Romanlar olarak iyi örgütleniyoruz ama haklarımızı aramak için ya da Çingene lafının Türk Ceza Kanunu'nda hakaret sayılmasına karşı yürüyüş yapıp, örgütlenip engel olamıyoruz. Klarnetçi denince de insanların kafasında göbekli, kel kafalı biri geliyor. Ben de göbek var gerçi. (gülüyor)
* Bu gırtlak da bir armağan sayılabilir çünkü hemen bütün Kürt erkeklerde bu tizlere çıkabilen erkek sesi var. Ö.D.: Doğru, ben Ankara'da doğdum, doğduğum yerde daha çok Romanlar vardı. Daha sonra Aydın'a geçtik, orada da aynı şekilde Romanlar'ın mahallesinde büyüdük. Müziğe orada başladım. H.Ş.: Direkt Doğu'da başlasaydın daha farklı olurdu. Ö.D.: Orada inanılmaz Roman müzisyenlerle tanıştım. Bir gün akraba ziyaretinde de amcamı keşfettim; "Oğlum bu senin amcan" dediler. Amcam bir yere gittiği zaman ona hemen "Oku" denirdi. İlk tanıştığımız günü hatırlıyorum, dizinin dibinde oturuyordum, ağzım açık kaldı. Başımı yukarı kaldırıp dinledim. Onun çıkarttığı sesleri çıkartmaya çalışmıştım. Anladım bende kulak var, ses var, okumam lazım ve türkü okumaya başladım. Sonra Romanlar'la düğünlere gide gele geniş bir repertuvar edindim. İlk büyük paramı da bir düğünde kazandım. Baktım bu işten para kazanıyorum, iyice bilendim. On yaşında başladım. Sonra 13- 14 yaşlarında Roman ve Doğulu karışık bir grup müzik yapmaya başladık.
EGE'NİN MÜZİĞİ YER ETTİ * Hüsnü Bey, siz elinize klarnet aldığınız zaman kaç yaşındaydınız? H.Ş.: Çok ufaktım. Babam trompetçi zaten. Amcalarım falan hep klarnetçi. Sekiz yaşında başladım diyorum ama yürümeye başladığımdan itibaren dedemin demirci dükkanı oyun alanımdı. Duvarda asılı enstrümanlar vardı; klarnet, trompet, davul. Sonunda dedem dayanamadı bir klarnet verdi bana, "Ya al adamakıllı çal ya da bırak kafamı şişirme" dedi. Başladı öğretmeye, kısa pantolon giyerdim, çat çut vurur bacaklarıma, "Maymun hadi bakalım" diye... İlk çaldığım 'Harmandalı'dır, bir de 'Kimbilir', bir de marş.
* İkinizin de geçmişin de Ege var ? H.Ş.: Evet. Ege büyük şans çünkü türküler, zeybekler var. Zurnaları, davulları çok yer eder insanın hayatında. Özcan'ın da dediği gibi, o düğünlerde çok şey öğrenilir.
AYŞE DÜZKAN
|