Ormancı!
İki hafta sonra pazar günü, yani haziranın üçüncü pazarı; ülkemde ve dünyanın her köşesinde, Babalar Günü kutlanacak. Benim babam öldüğünde, Türkiye'de Babalar Günü kutlanmıyordu henüz. Daha doğrusu tam da o sene, babamı kaybettiğim günün yalnızca iki gün öncesinde, 1 Mayıs 1972 tarihinde şöyle bir haber yer alıyordu gazetelerde: "Babalar Günü, bundan böyle her haziranın üçüncü pazarı, Türkiye'de de kutlanacak." Babam bu haberin gazetede çıkmasından iki gün sonra sonsuzluğa kayıp gitti. Türkiye'nin acıyla ve ateşle sınandığı günlerdi. Yıllar sonra bir Babalar Günü'nde, bu köşede yazdığım "Ey dedemin oğlu, oğlumun dedesi" başlıklı yazıda şöyle hayıflanmıştım, o "Babalar Günü haberi" ni anımsayarak: "Olmadı baba, yetişemedin, yetişemedik!"
Ben şimdi, bugünlerde, o meşhur şarkının dediği gibi; "Babamın öldüğü yaştayım!" Yirmi üç yaşında "acıların ve ateşin" delikanlı yüreklerimizi sınadığı o tarih dönemecinde, tam da sığınmak için sıcak ve güvenli bir limana ihtiyacım olduğu o günlerde, nasıl da büyümüştü yalnızlık. Dünyayı değiştirecek cesarete ve kudrete sahip olduğumuzu sanırken; yalnızlığın ve ölümün karşısında aslında ne kadar çaresiz olduğumuzu aniden duruveren bir kalp nasıl anlatmıştı sekiz şiddetinde bir deprem gibi: "Çocuksun ve çaresizsin... Baba diyecek kimsen de yok işte!"
Fark etmiştim, aynı fırtınalar vurmuştu onun da yüreğini... Kalbinin çeperleri, zor yılların mengenesinde, önce; ince bir parşömen kağıdına dönmüş, sonra da... Sonra da durmuştu. Ve bu yaşadığım yalnızlık ve acıyı daha da katlıyordu. İkilemlerle dolu bir muhasebe defterinin kapağı, bir açılıyor, bir kapanıyordu. Lakin... Aslında zor olan sonrasıydı, dedim ya... Yani... Bir daha kimseye "baba" diyemeyecek olmak!
Aradan yıllar mı geçti sadece? Zoraki gurbetler, işsizlikler, ümitsizlikler... Ama... Hayat işte... Her şey geçiyor. Gurbetlerden dönüş, beklenmedik zamanda karşınıza çıkan bir "iş ilanı", sınavlar, bir daha yolunuzun kesişmeyeceğini sandığınız "geçici zafer" ler... Ve yeni başlangıçlar... Ve... Parasızlıktan mı, ihmalden mi, unutkanlıktan mı? Her neyse! Ne önemi var? Yeşil renkli, damalı bir taksiyle (Murat 124'le) çıkılan nikâh salonu yolculuğu... (Zaten kimse de sormamıştı, böyle gelin arabası mı olur diye...) Hele o hiç sormamıştı. Hep gülüyor, hep gülümsüyordu, telaşlar arasında... Bu kadar mı iyimserlikle yaşanır bir hayat... Bu kadar mı dinginlik, bu kadar mı huzur aşılar etrafına? Ama benim için hepsinin en iyisi, bildim bileli kır saçlı ve gözlüklü bu adama unuttuğum o kelimeyi yeniden söyleyebilmekti: "Baba" diyebilmekti. Gelenekler öyle dedi diye değil; içim öyle dedi diye... Bir de... Tanısaydı "babam" da ne çok severdi!
Huzur ve dinginlik! Sonra keşfettim nedenini... Onunla zaman zaman gezerken Türkiye'yi... "Şu gördüğün orman var ya, onu ben diktim!" "Şu uzaktan gördüğün yeşil kümesini gördün mü Ali? Teker teker, ellerimle dizdim fidanlarını..." Emekli orman mühendisinin yaşamdaki en büyük servetiydi, Türkiye'nin pek çok şehrini çevreleyen o huzur ve dinginlik örtüsü... Bir de gözlerini dolduran acısı, her orman yangını haberinin... O türkü, nasıl dinlenir bundan sonra bilmem? özlerine kızsa da onu her seferinde hüzünlendiren o türkü... Aman ormancı...
Altı haftadır derin bir uykudaydı... Önceki gün artık uyanamayacağını söyledi doktorlar... O günlerin uykuda geçmesine sevindim. Üzülürdü biliyorum koca Beşiktaşlı... "Keratalar" derdi, "Sergen ve Tümer" için... "Allah vergisi bu çocuklar... Allah Beşiktaş'a bağışlasın." Uykudaydı. Öyle gitti. Üzülmeden... Habersiz... İyi de ben şimdi kimi kızdıracağım, kiminle bahse gireceğim, Beşiktaş'la maçlarımızdan önce... Bir de... İki hafta sonra pazar günü, kime ne diyeceğim?
|