|
|
Ustalardan tiyatro anıları
Artık aramızda olmayan tiyatromuzun usta isimlerinin yaşadıkları sadece birer anı niteliği taşımıyor... Hepsi Türkiye'nin yakın tarihinden ilginç ayrıntıları da yansıtıyor
Pazartesi Dünya Tiyatro Günü'nü kutladık. Artık aramızda olmayan tiyatro sanatçılarımızı düşündüm o gün. Kısa süren oyunculuk dönemimde, tanımaktan onur duyduğum o ustalardan ne anılar dinlemiştim. Yaşadıkları, sadece tiyatro alanında eğlenceli renkler içermiyor, tiyatroya yaklaşımımızdan hareket ederek Türkiye'nin yakın tarihinden ilginç ayrıntılar da yansıtıyordu. Bugün o anılardan bazılarını sunayım. Kendi ağızlarından aktarmaya çalışarak.
YUSUF SURURİ: "Oyun ansızın yasaklandı" Yazdığım "Emir" operetini 1933'te Atatürk seyretti. Çok beğendi. Anadolu'da oynamamız için emir verdi. Malatya'ya gittik. Emir'i oynayacağız. Salon tıklım tıklım. İlk bölüm alkışlar arasında sona erdi. Kısa bir aradan sonra perde yine açıldı. İkinci bölüm bir barda geçiyor. Ama perde açılır açılmaz da Polis Başkomiseri sahneye fırladı. "Tamam!" diye bağırdı, "oyun devam edemez! Herkes evine!" "Neden?" diye sorduk. "Neden olacak!" dedi, "Malatya'da bar açmak yasaktır!"
MEHMET KARACA: "Aranızda yabancılar var" Eskiden bir şehre gittiğimiz zaman oranın Emniyet Amiri'ni ziyaret eder, oynayacağımız oyunların, t o p l u l u ğ u - muzdaki sanatçıların adlarını verirdik. Buna mecburduk. Anadolu'da yabancı sanatçı çalıştırmak yasaktı. Liste dikkatle incelenir, sakıncalı bir ad olup olmadığı araştırılırdı. Adana'da oynayacağız. Listemizi hazırladık, Emniyet Amiri'ne gittik. Oyunlar ve yazarları: Bay/Bayan, Mahmut Yesari... Emir, Yusuf Sururi... Çardaş, Emmerich Kallman... Şen Dul, Franz Lehar... Emniyet Amiri listeye baktı. Sonra, "Sizin kanunlardan haberiniz yok mu?" dedi. "Yabancı çalıştırıyorsunuz." "Aman, efendim," dedik, "aramızda hiç yabancı yok." "Olmaz olur mu? Baksanıza, kendiniz yazmışsınız. Hadi, Mahmut Yesari'yle Yusuf Sururi'ye bir diyeceğim yok. Türk oldukları belli. Ama bu Kallman'la Lehar ne oluyor? Üstelik itiraf bile etmişsiniz. Fransız Lehar diye." Ne kadar anlatmaya çalıştıysak olmadı. Emniyet Amiri Çardaş ile Şen Dul'a izin vermedi. Biz de sadece Bay/Bayan'la Emir'i oynamakla yetindik.
LÜTFULLAH SURURİ: "Telif hakkı" İzmir'de turnedeydik. Bir bahçede temsil veriyorduk. Kadrodakilerin gündeliklerini bahçe sahibi ödüyordu. Müdür ben olduğum için her akşam bir liste yapıp kadrodakilerin adlarını yazar, karşılarına da kendilerine kaçar lira verileceğini belirtirdim. Listenin sonuna da "hakkı telif" (telif hakkı) olarak ya 2.5 ya 5 lira koyardım. Bahçe sahibi listeyi alır, inceler, toplam parayı da arkadaşlara dağıtmam için bana verirdi. Bu böyle on gün kadar sürdü. Sonunda bir akşam bahçe sahibi, "Lütfullah Bey," diye homurdandı, "önce göz yumayım dedim, ama artık dayanamadım, size söyleyeceğim. Beni kandırıyorsunuz. Fazladan para koparıyorsunuz." "Aman, nasıl olur, beyefendi?" dedim. "Nasıl oluru var mı! Her akşam hakkı telif için benden para tırtıklıyorsunuz... Kadroya baktım, Hakkı Telif diye bir adam yok!"
EKREM DÜMER: "O kendini oynuyordu" İstanbul Tiyatrosu'yla turnedeyiz. "Fasulye Kazanı''nı oynuyoruz. Rahmetli Celal Sururi, Emniyet Amiri rolünde... Herkesi kırıp geçiriyor. Alkışlar, kahkahalar gırla gidiyor. Günün birinde İstanbul'a dönmesi gerekti. Bana, "Oyunu seyret, çarşambadan itibaren benim rolümü sen oynayacaksın," dedi. Celal Bey'i o rolde zaten birçok kere seyretmiştim; ama iki gece çok daha dikkatle izledim. Çarşamba gecesi de sahneye çıkıp rolünü, mizansenine, repliğine, mimiğine kadar aynen oynadım. Ama seyirciden çıt çıkmadı. Kimse gülmüyor! Oyundan sonra, toprağı bol olsun, Toto Karaca'ya, "Toto Abla," dedim, "Celal Bey'in rolünü aynen oynadım. Onun yaptığı her şeyi, hareketlerine, tiklerine kadar tekrarladım. Kimse gülmedi. Neden acaba?" Toto'nun yanıtı kulağıma küpe oldu: "Ekrem'ciğim, Celal Bey kendini oynuyordu. Sen ise Celal Bey'i oynuyorsun."
İLHAN HEMŞERİ: "Siz tiyatrocusunuz" Evimde tek başıma oturuyordum. Kimsem yoktu. Bir sabah erkenden uyandım. Başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Korktum. Apartmanda, yan dairedeki komşu kadının kapısını çaldım. Kadın, uyku sersemi, gecelikle, kapıyı açtı. "Hanımefendi, rahatsız ediyorum," dedim, "Bir ricam var. Biliyorsunuz, yalnız oturuyorum. Başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Arada bir kapımı çalar, beni yoklarsanız sevinirim." "Hiç merak etmeyin," dedi kadın, "Komşuluk böyle günler içindir." Yarım saat sonra kapım çalındı. Açtım: Komşu hanım. Elinde bir tepsi. Tepside sabah sabah börek, taze fasulye, köfte, bir de tatlı... "Nedir bu?" diye sordum. Tepsiyi uzattı: "Başınızın döndüğünü, gözlerinizin karardığını söylemediniz mi! Siz tiyatrocusunuz. Herhalde açlıktandır."
GÜNER SÜMER: "Bir gecede yıldız" AST'ı İzmir'e, turneye götürmüştük. Oyunun başlamasından bir gün önce dekoru kurduk, sahneyi ertesi akşama hazırladık. İşimiz gecenin geç vaktinde bitti. "Hadi, bir pavyona gidip birer kadeh içelim, yorgunluğumuzu atalım," dedik. Gittik bir pavyona. İçkimizi içiyor, oyunu konuşuyorduk. Çevreyle pek ilgilendiğimiz yoktu. Yalnız bir şarkıcı kız dikkatimizi çekti. Hani, "uvertür" diyorlar ya, onlardan. Kapıda adı en altta, küçücük harflerle yazılı, sevimli, garsonların bile horladığı "mazlum" bir kız. Bir yanda kendi halinde oturuyordu. Ertesi akşam oyunumuz başladı. Dünya kadar çiçek gönderildi tiyatroya. "Ne yapacağız bu çiçekleri?" dedik. Aklımıza bir şey geldi. Bir kamyon çiçeği pavyona, o kıza gönderdik. İki gün geçti aradan. Oyundan sonra yine o pavyona gittik. Bir de baktık ki, kızın adı, kapının üstünde en tepeye yerleştirilmiş, şıkır şıkır ışıklarla yazılmış. Bizim çiçekler, "uvertür"ü bir gecede yıldız yapmış!
ULVİ URAZ: "Müstehcen Othello" Sansür dönemiydi. Oynanacak oyunların her sayfasında Cumhuriyet Başsavcılığı'nın damgası bulunurdu. Karl Ebert'in Ankara Radyosu'nda 'mikrofona koyacağı' bir oyunun, Shakespeare'in Othello'sunun sansür iznini almak için Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'ne gittim. Bir yetkili, izin verilmediğini söyledi. Nedenini sordum. Oyun müstehcenmiş! Karl Ebert, böyle bir şeyin olabileceğine inanamadı tabii.
|