| |
AK Parti Şemdinli'de mi vuruldu?
TBMM Şemdinli Komisyonu'nun taslak raporunda Van Savcısı'nın iddianamesini "fantezist" olarak nitelemesini öğrenmemle Bağcılar Başsavcılığı'nın Adana'da ırzına geçilen çocuğun hakkını aradığı için Ahmet Altan'ı yeniden sanık olarak ifade vermeye çağırdığını öğrenmem aynı güne rastladı. Generallerin hukuken iddia düzeyinde bile sivillerce asla suçlanamayacağı ama yazarların toplumsal bir lincin hedefi olan minnacık çocukları korumaya kalkınca yargılanacakları bir ülke olmanın utancını bir kez daha yaşadım. Generalleri yazarlardan daha önemli bulmaya devam ettikçe Türkiye temel sorununu asla çözemeyecek gibi geliyor bana. Bireyin devletle, bireyin bireyle, bireyin toplumla ilişkilerini standart kurallara bağlayan ve hepimizin güvencesi "hukuk" Türkiye'de yok. Türkiye'de ne var? Güç dengesi. Yoksa hukukçu olan cumhurbaşkanı bile "ordunun itibarının korunması devletin asli görevidir" diyerek literatüre yeni katkılar yapmaya kalkar mı? Peki vatandaşın itibarı. Sivillerin itibarı. Yazarların itibarı. Onların itibarını korumak "devletin asli görevi" değil. 2006'da yazmak zorunda kaldıklarımıza bak. AB'nin talep ettiği değişimleri kapsayan dokuzuncu uyum paketinde "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolündeki devlet mallarının ve harcamalarının Sayıştay denetimine tabi olmasına yönelik" bir tasarı da var. Vergiyi halk veriyor ama denetimi TBMM adına görev yapan Sayıştay yapamıyor. Hiçbir demokratik ülkede rastlanmayacak bu gariplik, bizde Şemdinli iddianamesi kadar konu edilmiyor. Herhalde ülkeyi yönetenler, vergilerin denetimini devletin asli görevi saymıyor. Hoş, vergi almak da herhalde asli görev değil ki, kırk bir milyon seçmenin olduğu ülkede vergi verenlerin sayısı beş milyonu geçmiyor.
Maalesef, AK Parti de Susurluk Çetesi'ne "fasa, fiso" diyen bir siyasal genden zehirlenmiş gözüküyor. TBMM Şemdinli rapor taslağındaki tavır, buralarda "hukukun" yandaşının olmadığını bir kez daha ispatlıyor. Kendine sunulan koltuklara eğreti oturarak iktidar pozu veren siyasetçinin korkağı da doğrusu hiç çekilmiyor. Türkiye'deki inançlı kesim adına siyaset yapanlar "temel hak ve özgürlüklere" hangi açıdan bakıyor? Bireyin varoluşunun garantisi olan "temel hak ve özgürlüklere" Müslümanlık üzerinden bakarsanız, sizi sadece "başörtüsü" ilgilendirir. Gerisine aldırmayabilirsiniz. Ne askeri harcamaların denetimi, ne de tıbbi laboratuarların standart denetimi. İnsan odaklı bir anlayış olan Avrupalılaşma sürecini de, bu tür bir yaklaşımla genişçe kucaklamak tabii ki mümkün değil. Bir de, "inanç özgürlüğüne" temel hak ve özgürlüklerin bir parçası olarak bakmak var. Temelde evrensel hukuku ölçü alarak, inanç özgürlüğünü o bütünün parçası olarak değerlendirmek. Bütün özgürlükleri, hukukun güvencesi açısından görmek. Evrensel hukuku, devlet olmanın, siyasal iktidar olmanın en taviz verilmez "değeri" olarak algılamak. Sanıyorum, bu noktadan uzağız.
Laik geçinenlerin, askeriye deyince hukuka fiilen boş verdikleri; inançlıların ise "temel hak ve özgürlüklere" İslam üzerinden baktığı bir ülkede, aklın ve hukukun yandaşı olmak harakiri ile eşanlamlı. Güpegündüz bir dükkanın bombalanmasının üstünü kapatarak, Güneydoğu'nun hukuka ve devlete güveni sağlanabilir mi? Hukukun olmadığı bir ülkede, neyi, ne kadar çözebiliriz ki? Şemdinli'de hukukun işlemesinden korkan bir AK Parti, temel hak ve özgürlükleri nasıl savunur, nasıl inandırıcı olur? Bu, günlük siyasal çıkar dengeleri içinde raks etmek sonunda askerlere söz söylenemeyen ama yazarların ha babam de babam linç edilmesine olanak veren bir ortaçağ kışlasına dönmemize neden olmuyor mu? Dünyalaşmanın en geçerli tanımı hukuka ihtiyacı olan ve hukuk üreten bir toplum olmak demek. Meclis Komisyonu'nun Şemdinli'deki bombaları "fantezi" saydığı, Bağcılar Başsavcılığı'nın da, ırzına geçildiği iddia edilen dokuz yaşındaki çocuğu savunduğu için bir yazarın sorguya çağrıldığı bir Türkiye'de ne yazılır, ne söylenir? Akla gelen tek pratik çözüm şu: Tüm yazarlar general olsun.
|