Sakız'dan bildirdim, Sakız'dan!
İşin içinde hem deniz aşmak hem bir Yunan adasını görmek hem de Livaneli şarkıları dinlemek olunca bu kadın durur mu? Durmadım. Çeşme Belediyesi'nin Sakız Belediyesi'yle ortak davetine balıklama atladım. Bir gün önce Çeşme'de gerçekleşen konserin Sakız'daki tekrarıyla, hem Theodorakis'in 80. yaşını kutlayacaktık hem de Yunan-Türk dostluğunu pekiştirecektik. (Eğer varsa, daha önce oluşmuşsa, neyse, neyse, neyse...) Ama tabii sazanlık huyum her zaman başıma dert açmıştır... O kadar iyi niyetli bir organizasyondu ve konukların rahatı için o kadar çaba harcanmıştı ki, başımıza gelenleri anlatmaya gönlüm razı olmuyor aslında ama yazmazsam da çatlarım. Gerçi yurtdışı veya yurtiçi fark etmez; bir gezinin içinde ben varsam zaten o gezinin "survivor" macerasına dönmemesi abesle iştigal olur. Bunu bilen ve daha önce tecrübeyle garabetliğimi yaşamış bazı arkadaşlarım, her aksilikte bana dönüp, "Öncel, bütün bunlar sen varsın diye oluyor. Biliyorsun di mi?" deme nezaketsizliğinde bulundular. Biraz kalbim kırılsa da haklıydılar, gıkımı çıkaramadım.
***
Çeşme'yi bilenler, Sakız'ın, evlerin seçilebileceği kadar yakın bir mesafede bulunduğunu bilir. Bu durumda Çeşme Limanı'na vardığınızda hemen karşı kıyıcığa ulaşmanın 40, bilemedin 50 dakika süreceğini düşünürsünüz, değil mi? Biz yaklaşık 3.5 saat sonra Yunan topraklarına ayak basabildik. Kendimizi kaybedip toprağı öpme densizliğinde bulunmadık tabii ama gerçekten hayatımın en çileli seyahat başlangıçlarından biriydi. Bürokratik saçmalıklar ve zorluklar... Uzatmaya lüzum yok... "Hiçbir şey tadımızı kaçırmamalı, bu gezinin amacı, dostluk, kardeşlik, hoşgörü. Yaşasın barış!" deyip, neşemizi bozmamaya çalışarak en sonunda dört tarafımızı denizlerle çevirtebildik; adaya ulaştık. Akşam faslına geçeyim hemen. Çünkü hem Türkiye'den gelenlerin hem de "komşilerin" akıl sağlıklarını tehlikeye atan bir gece yaşadık. Saat 19.00'da oturduğumuz açık hava tiyatrosu koltuklarından, saat 21.00'de "Canını seven kaçsıııın!" nidalarıyla kaçıştık. Çünkü tam iki saat, yani 120 dakika boyunca mır mır mır sesli bir beyefendiden Theodorakis'in yaşam öyküsünü dinledik. Durumun vahametini "Ve o beyefendi sadece Yunanca konuşuyordu!" desem daha iyi anlayabilir misiniz acaba? Saat 21.30'a yaklaşırken ve konuşmalar hala sürerken bizim gruptan birkaç kadın gazeteci gömleklerinin göğüs bölgesini yırtmaya çalışarak, sıkıntıdan pençe pençe kızarmış yüzleriyle taksi aramak üzere koşuşturuyordu. Ancak bunda da muvaffak olunamadı. Çünkü tiyatro dağ başındaydı. "Allahım burada kısıldık kaldık" paniği, Allah'tan Livaneli'nin duyulmaya başlanan sakinleştirici dozu yüksek sesiyle biraz duruldu. "Peki anacım Sakız'da her şey mi ottandı?" diye sorarsanız, değildi elbet. Yemekler... Aaah o yemekler... Hele de bin bir çeşit, üstelik sudan ucuz peynirler... Denizden babam dışında çıkan her türlü haşarat, mahlukat... Her mağaza minyatür bir Mudo Consept... Minicik bir adadan aktaracağım daha çok şey var ama yerim dar. Özetle, Sakız benim gibi boğaz ve alışveriş düşkünlerini fazlasıyla tatmin edecek minik şirin ama gayet renkli bir adacıkmış efendim. Gidilsin. Ama sevgiliyle falan...
|