Demokrasinin kendini koruma hakkına saygı
Türk-Kürt düşmanlığı kışkırtılıyor, hassas noktalar üzerine oynanıyor ve kanlı çatışmanın altyapısı hazırlanmaya çalışılıyor.
12 Eylül'ün 25'inci yılına denk gelen bugün birçok köşede demokrasinin nimetleri, askeri müdahalelerin yol açtığı yıkımlar anlatılıyor olacak. Demokrasinin yüceliğini, üstünlüğünü anlatırken göz ardı edilmemesi gereken bir nokta var: O da demokrasinin kendisini koruma hakkı. Bu kavram Batı demokrasilerine, seçimle işbaşına gelen Hitler ve Mussolini faşizminin yarattığı yıkımlar sonucu girdi. Ancak Türkiye'de hâlâ yeterince değeri bilinen bir kavram olduğu konusunda kuşkularım var. Yanlış anlaşılmasın, SABAH elbette demokrasiden, çok seslilikten, insan haklarına saygılı demokratik bir düzenden yana. Özellikle bu nedenle "demokrasinin kendini savunma hakkı"na özel bir önem veriyor. Bunu neden yazıyorum. Çünkü bugün Türkiye'nin demokratik düzeni, demokratiklik maskesi arkasına saklanmış kimi kurum ve kuruluşların tehdidi altında bulunuyor. Aslında sadece ülkemizin demokratik düzeni değil, halkımızın barış içinde bir arada yaşama hakkı da bu kurumlar tarafından tehlikeye düşürülüyor. Türkiye, bir süredir, tek hedefi, uluslararası toplum tarafından da terör suçlusu olarak görülen Abdullah Öcalan odaklı siyaset yapan bir partinin düzenlediği eylemler nedeniyle huzursuzluk yaşıyor. Açıkça Türk-Kürt düşmanlığı kışkırtılıyor, Türkiye'nin hassas noktaları üzerine oynanıyor ve kanlı bir çatışmanın altyapısı hazırlanmaya çalışılıyor. Üstelik bütün bunlar, ülkenin demokratikleşme sürecinde yepyeni bir dönem başlatacak 3 Ekim öncesi yapılıyor. Kendini PKK'dan bağımsız ilan eden ancak eylem ve söylemleriyle PKK'nın yerini aldığı açıkça görünen DEHAP, sanki Türkiye'deki tüm Kürt kökenli yurttaşların tek temsilcisiymiş gibi, şiddeti, ayrılığı körükleyen bir siyasi çizgi izliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, ülkemizde Kürt kökenli olup da AK Parti'den CHP'ye, ANAP'tan Doğru Yol'a kadar yayılan bir yelpazede siyaset yapan ve Türkiye'nin dört bir yanından seçilip Meclis'e giren siyasetçiler var. Yine çok iyi biliyoruz ki, temsil ettiklerini iddia ettikleri yurttaşlarımızın büyük bölümü, bu ülkede, bireysel hak ve özgürlüklerini sonuna kadar kullanarak yaşamak istiyor. Çünkü onlar, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın kuruluşundan bu yana ırkçı bir vatandaşlık tanımı yapmadığını çok iyi biliyor. Anayasal vatandaşlığımızın dışlayıcı değil, kapsayıcı olduğunu çok iyi görüyor. Birbiri ardına gerçekleşen hukuk reformları sonucu bireysel ve kültürel haklar alanının genişleyip zenginleştiğini fark ediyor. Bütün bunları görmeyen bir tek kesim var. Abdullah Öcalan ve artık onun İmralı'dan yönettiği çok açık olan DEHAP. DEHAP son dönemde eylemlerdeki rolü, eylem ve söylemleriyle demokratik mücadeleden ziyade şiddete yönelik bir çözümün sözcüsü olduğunu ortaya koyuyor. Terörü kınamayan, hatta daha ileri giderek terör eylemlerine sahip çıkan bir siyasi parti, demokratik düzenin sözcüsü medya organlarının muhatabı olmamalı diye düşünüyorum. Demokrasinin kendini koruma hakkı adına buna inanıyorum. Çünkü demokrasiyi korumak sadece yasama, yargı ve güvenlik organlarına düşen bir görev değil. Demokratik düzenin üstünlüğüne inanan tüm birey ve kurumların en temel görevlerinden biri bence. Toplumun tüm kesimlerinde ırkçı bir milliyetçilik uyandırmaya çalışan siyasi hareketlerin, kimi temsil ettiklerini iddia ederlerse etsinler, muhatap alınmaması gerektiğinin altını bir kez daha çizip, demokratik, insan haklarına, hukuka saygılı bir Türkiye'nin sözcüsü olacağımızı tekrarlıyorum.
|