Hatıra defterleri!
Önceki gün bu köşede yer alan satırlar iki cephede topladı okuyanları... Yelkeninde "Hayat hatırlamaktır!" rüzgârını taşıyarak denize açılan yazı; "Kimbilir belki de unutmaktır!" poyrazıyla beklenmedik bir limana demir atıyordu. İki ayrı cephede toplananların ilki; "hatırlamanın erdemleri" üzerinde kafa yorarken; ikinci cephede birikenler "İyi ki unutabiliyoruz!" limanına sığınıp sukbuluyorlardı. Oysa... "Hatırlama"yı ve "unutma"yı bir gazetenin altıncı sayfasında aynı çerçeve içine kutsamaya çalışan yazı ise iki ayrı cephenin çatışmasında değil, aynı siperin arkasında sürdürmeye çalışıyordu kendi hayat gailesini: İstediğini hatırlayıp, istediğini unutarak! Bu kadar basit yani...
*** O filmi bir daha hiçbir sinema salonu koymadı vizyon listesine... Hiçbir sinema kanalı da göstermedi bir daha. Bu satırların yazarı ise, çocukluğunun yazlık sinema bahçelerinin duvarına asılan o siyah-beyaz filmin "çok renkli" afişini hiç unutmadı. Filmin adı çok büyülüydü: "Ölmüş bir kadın evrak-ı metrukesi!" Bir kadın ölmüştü ve o kadının eşyası arasında kadının terkedilmiş evraklarına rastlanılmıştı. Film o evrak ve muhtemelen o "hatıra defteri"ni andıran kağıt parçalarındaki notlar üzerine kurulmuştu. Çok klasik bir film tekniği olan "geriye dönüşler"le kadının yaşam serüveni anlatılıyordu. Çok yıllar geçti aradan. Ne filmin senaryosunu, ne de oyuncularını hatırlıyorum şimdi. Hatırladığım tek şey filmin adı. Bir de o siyah-beyaz filmin adını afişlerde okuduktan sonra o çocuk ruhumda oluşan temel düşüncenin bugün de hiç değişmemiş olması. Şöyle demiştim o gün: Kadın ölmüşse "evrak-ı metrukesi"nin ne değeri var artık! Kadın ölmüş işte! Bulunan o "evrak"ın başkalarının hayatını değiştirme ihtimali bile yok denecek azken ve kendi hayatını değiştirme imkanı hiç bir şekilde yokken, ne anlamı vardı hatıra defterlerinin! Ölmüştü onlar da ölmüş zamanlarınız kadar...
*** Geçen yıl bu köşede; hatıra yazmanın "yararsızlığı" üzerine şu satırları not düşmüştük, kendimizce sıraladığımız gerekçelerle: "İlki... Her 'hatıra defteri', ister istemez merkezdeki bir 'ben'in çevresinde gelişiyor. Herkes kendi hayatının 'baş oyuncusu'dur evet... Lakin,top sizinse; hayata da bütün golleri sizin atıyor olmanız reva mıdır sanki? İkincisi... Dokunmadan, teğet geçebilir misiniz o hayatı ister istemez paylaştığınız öteki 'oyuncu'lara? Ve dokunmak zorunda kaldığınızda, dokunmaya izniniz var mıdır belki de ebediyen saklamak istediği hatıralara? Ne hakla? Üçüncüsü... Her insan bambaşka hayatları yaşar kendi ömür serüveninde parça parça... Bazen eski fotoğraflarınıza 'başkasının hayatı' gibi bakmaz mısınız 'tuhaf yabancılaşma'larda? Ne zaman izin aldınız kendi delikanlı yıllarınızdan, yaşadıklarını yazmak için pervasızca? Ve dördüncüsü... Mercekler ne kadar 'objektif'dir kendi makinanızı çekerken kendi makinanızla?"
*** Demiştik aylar önce... Şimdi de diyoruz ki... Yakın gitsin hatıra defterlerinizi... Hatıralar sizi yakmadan alevlerinde! İstediğinizi hatırlayın, istediğinizi unutun en iyisi... Önceki akşam; Galatasaray'ın, on bir yıl önce, Manchester United'a sahasında üç atıp Şampiyonlar Ligi'nden elediği "efsanevi" maçı hatırlamıştık "mal vesileyle... Candaş söze girdi (ki has Galatasaraylıdır o da): "Unuttun mu baba, o maçtan yıllar sonra bizi o sahada 4-0 yenmişlerdi!" "Unutmakla ilgisi yok," dedim, "Ama hatırlamıyorum!" Öyle bir maç yok belleğimde... Hepsi bu!
|