Kendinden kaçma!
Amin Maalouf'un "Yüzüncü Ad" adlı romanında geçen bir diyalog var. Tanrı'nın yüzücü adını bulmak üzere büyük bir yolculuğa çıkmaya karar veren bir kişi, gerçek amacını gizleyerek, sanki macera için dünya turuna çıkıyor gibi gözükerek köyündeki insanlarla vedalaşır. Veda etmek üzere köyün yaşlı ve gözleri görmeyen bilgesi ile karşılaştığında ilginç bir konuşma geçer aralarında. Dünya turuna yeni yerleri keşfetmek için çıktığını anlatan kişiye, kör bilge "anlamıyorum" der, "İnsan her gittiği yere kendini de götürdükten sonra dünyayı gezmenin anlamı ne?" Gerçekten çarpıcı bir diyalog bu. Gittiğimiz yerler yeni kapılar mı açıyor bize, yoksa zaten görmek istediklerimizi mi görüyoruz?
*** "İnsanın kendinden kaçışının" özendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın kendisinden kaçması için planlanan tatiller, kaçış için organizasyonlar ve binbir türlü öneriler. "İnsan kendinden niye kaçsın ki?" diye bir tartışma yok. Kaçışın iyi bir şey olduğuna kesin karar verilmiş. Geçmişin felsefi tartışmalarında insanın kendine "ulaşması", kendini daha çok "keşfetmesi" ve kendi içindeki yolculuklara değer vermesi önemseniyordu. Bugün ise insanın kendinden kaçması, kendi dışındaki yolculuklar için seferber olması ve "kendini azaltarak dışındaki dünyayı çoğaltması" yüceltiliyor. İki yol arasındaki farkın dünyanın gidişatı ve insanın kaderi ile yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
*** Alev Alatlı'nın "Aydınlanma değil, merhamet!" adlı romanının birinci kitabında çok sarsıcı bir cümle var. İnsanın kendinden kaçmasının özendirildiği bir dünyada, insanın kendisine ait her parçayı ne derece ayrıksı bir şey sayması gerektiğini gösteriyor: "Eski bir Rus geleneği vardır: Yola gidecek yolcu, kapının eşiğinden dışarı adım atmadan önce birkaç dakika sessiz durur, geride bıraktığı eve dağılmış olan ruhunun toparlanıp bedenine girmesini bekler..." (sh.13). İşte insana ait her şeyin bu derece değerli bilindiği bir kültür içinde, bugünün küresel pop-kültürü için sıkıcı olabilecek şu sahne son derece olağan ve kaçınılmazdır: "(Ruslar'ın) ünlü edebiyat dergileri Novi Mir'in editörü Aleksandr Tvardovski'nin 1961 yılında bir gece yarısı, Soljenitsin'in henüz basılmamış olan İvan Denisoviç'in Hayatında Bir Gün isimli romanını okumaya başladığında müthiş etkilendiği için kalkıp takım elbise giyindiği, kravat taktığı bilinir." "Böylesi bir epiği pijamalarla okumak saygısızlıktır!" (sh.11). Madem ki Soljenitsin insana dair bir hakikati derin bir duyuşla ele alıyor, o zaman saygı görmesi doğaldır. İnsanı kendisiyle biraz daha fazla tanıştıran her şey kesin bir değeri hak eder...
*** İnsanın kendinden kaçmasının yüceltilmesi ile vahşete duyarsızlaşma arasında doğrudan bir bağ var. Kendinden kaçtıkça diğer insanlara dönük sorumluluklarından kaçıyor. Açlık, yoksulluk, katliam ve binbir türlü eziyet altında yaşayan kardeşlerinin seslerinden uzaklaşmak istiyor. Modern insanın aklı bir kompartımanda, vicdanı ise başka bir kompartımanda yolculuk ediyor. İnsanlık kapısının eşiğinde durarak ruhunun ve aklının sağa sola dağılmış parçalarının bedeninde buluşması için çaba sarf etmiyor. "Kaçıyor..." Oysa insan kendinden kaçmadığı oranda, kendine doğru koştuğu oranda insandır... İnsan her yola çıktığında geride kendinden bir şeyler bıraktığı müddetçe insan oluşunu eksiltir sadece. Her yola çıkışında kendi ruhunu ve aklını toparlayarak ilerlediği müddetçe insanlığına zenginlik katar... İnsan kendinden kaçmadığı müddetçe insandır...
|