| |
Su, su, suuuu diye inliyoruz
Forutan Paşa'nın Seyir Defteri - 2.
Saat 21.00: Şapada şupada gidiyoruz. Rotamız 250- ne demekse. Boş vakitlerimi aval aval sağa sola bakarak geçiriyorum. Arada bir oradan kalk bu tarafa geç diyorlar. Verilen görevi en iyi şekilde yerine getirdiğimi düşünüyorum. Saat 23.00: Annemi özledim. Saat 23.30: Ana yelkenin boşluğunu almam söylendi. Ne anlama geldiğine dair en ufak bir fikrim bile yok. Kırmızı ipi çekiştirdim biraz. Kimse yorumda bulunmadı. Yanlış bi'şey yapmadığım için mutluyum. Tuzlu peynir yakmaya devam ediyor ama inip likit almaktan utanıyorum.
Ertesi gün, saat 01.45: Marmara'nın ortasında bir yerlerdeyiz. En yakın pizzacı seksen deniz mili uzaklıkta olmalı. Cep telefonu çekmiyor. Uzaktan kumandamı istiyorum. Bu arada kaçıncı olduğumuzu, rakiplerimizin ne yaptığını bilmiyorum. Teknede dönen konuşmalardan durumumuzun çok iyi olmadığını anlıyorum. Saat 03.00: Yıldızlar inanılmaz gözüküyor.Bir zamanlar bana sevmeyi yeniden öğreten birine ufak bir yıldız hediye etmiştim. Onu bulmaya çalışıyorum ama imkansız gibi. O kadar çoklar ki. Şehir hayatında üç beş tanesi gözükürken karanlığın ortasında milyonlarcası var. Sonunda buluyorum. Olduğu yerde duruyor! Saat 04.00: Uyku geldi bedene. Ama yatacak yer yok. İki metre karelik kabinde otuz santim genişliğinde bir oturma ünitesi var. Oraya kıvrılıyorum. Ama uykuya bir türlü dalamıyorum çünkü kulağımın içinde bir yaratık oynaşıyor. Bir çekirge! Biri bana denizin ortasında bu çekirgenin ne işi olduğunu söyler mi acaba? Son dönemlerde sürekli belgesel izliyorum ve konuyla ilgili bir makaleye rastlamadım. Baş altından da bir karınca yiyen çıkarsa şaşırmam. Nedir bu, Nuh'un Gemisi mi? Eşek besleyen bir denizci, çekirge, etrafta zıplaşan yunuslar... Aslına bakarsanız çekirgeye haksızlık etmemek gerek. Benim ne kadar işim varsa onun da o kadar işi var. Neyse çekirgeye zarar vermeden bir kenara gitmesini sağlıyorum ve otuz santim genişliğindeki yatağıma gömülüyorum. Saat 04.45: Yatak diye tanımladığım şeyden yere düştüm. Tekne sancak tarafına fazla yatınca yeri öptüm. Uykum kaçtı! Güverteye çıkınca dümende Mahir'in olduğunu görüyorum. Ama Mahir galiba uyuyor. Bir bildiği vardır herhalde. Sonuçta gidiyoruz. Saat 12.00: Bu yolculuğun en fazla 20 saat süreceğini söylemişlerdi. 24 saat oldu ve hala hiçbir şeyin ortasındayız. Omurilik soğanım tahterevalli kıvamında. Kolomb'un Hindistan'ı bulmasına döndü bu iş galiba. Biz de Bozcaada yerine Sivastopol'a falan mı gidiyoruz? Artık saat tutmuyorum. Çünkü saçma geliyor. Bir yandan yarış halindeyiz ama zamanın bir değeri yok. Rüzgar gene durdu ve Adnan Yurdum yine ekmek arası sandviç yapıyor. Tanrı günahlarımızı affetsin! Kesinlikle sıkılmıyorum, kırmızı ipin neye yaradığını da öğrendim ama merak ediyorum bu iş ne zaman bitecek diye. Bu arada tonlarca likit almama rağmen işemiş değilim. Kasıldım her halde. Askerliğin ilk iki gününde de böyle olmuştum. Karaya adım attığımda Bozcaada foseptiği taşar büyük olasılıkla. Sıcaktan kavrulduk. Suuuuu, suuuuu, suuuuu diye inliyoruz. Tam umudumu kesmişken dümeni devralan Aydın Yurdum Bozcaada'nın gözüktüğünü müjdeliyor. Bir iki saate varmaz karaya çıkmış oluruz. Bozcaada babam olsun! Karaya ağır çekimde adım atıp toprağı öpüyorum. Fonda Vangelis'in 1492 filmi için bestelediği epik şarkı çalıyor ve hemen tuvalete koşuyorum... Otuz saat süren bu mücadele sonunda ikinci oluyoruz. Bu muhteşem bir duygu. Ancak birinciliği kıl payı kaçırmış olduğumuzu öğrenince kıllanmadan da edemiyoruz. Dolphin ekibini kutluyorum. Bana rağmen bu başarıyı yakaladıkları için. Sanırım ben de bu ekibin bir parçasıyım artık ve bununla gurur duyuyorum. Sadece biraz çalışmam gerekiyor. Biraz daha işe yaramam gerekiyor. Yoksa geyik konusunda onlardan aşağı kalır yanım yok. Gereksiz hırsların, takıntıların, sabırsızlıkların keselenerek temizlendiği bu geziyi unutmayacağım. Bana bu şansı verdikleri için Adnan, Aydın, Mahir, Cengiz, Bora, Ali Kemal ve tabii ki eşeğine teşekkürler.
|