|
|
İyi ki varsın sevgili dostum
Hayattaki en yakın üç-dört dostumdan birini kaybettim: Ali Tara... Alfred Adler buna 'Substantz' kaybı diyor. Yani ruhunuzdan bir parça kopup gidiyor. Ölen beyin hücreleri gibi. Yerine yenisi inşa edilemiyor. Telafisi yok. Bugün tanıyıp da 26 yıl sınavlardan geçecek, ruhun katmanları arasında beni zenginleştirerek yukarıya taşıyacak yeni bir dostun onun boşluğunu doldurma şansı yok denecek kadar az. Yani adaşımın yerine koyabileceğim biri, hiçbir zaman olamayacak. Ne gam... Onunla çok tartışırdık. Bu yüzden de çok şey öğrenirdim. İşte bazıları. Belki sizin de işinize yarar: Bakmasını, dinlemesini değil, 5 duyu organı ile algıladıklarını 'okumasını' bilirdi Ali. Klasik müzik dinlerken parçanın bir soylunun ısmarlaması üzerine bestelenip bestelenmediğini tahmin etmeye çalışır, sonra da gidip ansiklopediye bakardık. Her defasında tahmini doğru çıkardı. Dostluğumuz, 70'li yıllarda Üstün Barışta'nın Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiği sinema seminerlerinde pekişmişti. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını keşfettiğimiz günlerdi. Onun gibi 'Hayır' demeyi hiçbir zaman beceremedim. Hayır'ın da Evet gibi bir yanıt olduğunu, insanın değer sistemini, Batılıların 'trade-off' dedikleri tavırla, yani yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla oluşturabileceğini teoride hepimiz bilirdik. Ama o uygulardı. Sonraları marka kimliği üzerine çalışırken hep kulaklarını çınlattım. Kurum ve ürün markalarını en büyük değer olarak koruyan firma yöneticilerinin, her ilginç teklifin üstüne atlamamaları gibi, o da kendi markasını hep titizlikle korudu. Başladığı her işi bitirdi. Hem de kılı kırk yaran, o eşsiz mükemmelliyetçi tavrıyla. Biraz da bu yüzden çok dostu yoktu. Onunla gevezelik etmek, geyik muhabbeti falan yapmak mümkün değildi. Rölantide çalışmazdı beyni. Onu sevmek için emek vermeniz gerekirdi. Biraz da bu nedenle 21 yıllık hayat arkadaşı Lale Tara'nın heykeli dikilesi bir insan olduğunu düşünmüşümdür hep. Kim bilir kaç senaryoyu reddetmişti. İki kere tanıdıklar ricacı oldular. Ben araya girdim. İkisinde de reddetti. Sadece yaratıcılık nosyonuna bakmazdı senaryoda. Reklam verenin işine yarayıp yaramayacağına da bakardı. Olaya ille de para kazanmak için yaklaşmadığından, çok değil ama iyi para kazandı hep. Ve para kazandığı herhangi bir anında, hayata 'Dur' deyip ray değiştirmeyi bilerek. Tam işleri yolundayken, önce yarıda bıraktığı konservatuar eğitimini tamamlamak, ardından yoksulluk fakat mutluluk içinde geçen üç New York yılında master yapmak gibi... Çok sık görüşmezdik. Ama ruhlarımızın aynı kanat çırpışı ile havalandığını bilirdik. Bir türlü anlaşamadığımız tek bir konu vardı: İletişimde yaratıcılığın yeri. Ben iletişimde bireysel bir süreç olan yaratıcılıktan çok, yenilikçilik ve buluşçuluğun ön planda olması gerektiğini savunurdum. O ise her şeyin olduğu gibi iletişimin de dinamosunun yaratıcılık olduğunu. Yaşama sanatı dışında hiçbir yaratıcılığa kabiliyetim olmayışının verdiği kompleksim yüzünden olacak, zaman zaman sinirlenirdi bana. Onun zeka ve yaratıcılığı aynı potada eritme yeteneğine hep özendim. "O zeki, ben akıllıyım" diye avuturdum kendimi... Oysa aynı zamanda akıllıydı da Ali Tara. Robert Kennedy'ye atfedilen bir söz vardır: "Bazı insanlar şeyleri oldukları gibi görür ve bunları açıklamaya çalışır. Bazı insanlar ise hiç olmayan şeyleri hayal edip, 'Neden olmasın?' diye sorar..." Ali Tara bu ikinci tür insanlardandı. Benim için hâlâ varsın sevgili dostum...
|