Balayının sonu
Adalet ve Kalkınma Partisi'ni hükümete taşıyan seçimlere yüklenebilecek çeşitli anlamlar vardı. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte Türkiye'yi zorlayan değişim baskılarına direnen, yeni toplumsal taleplere cevap veremeyen yerleşik siyasi sınıf toplu halde intihar etmişti. Onlara destek vermiş toplumsal seçkinler de bu yenilgiden ister istemez paylarını alacaklardı. Bu bağlamda AKP'nin seçim başarısı, bu iflasın tesciliydi. Bir diğer bakımdan ise bu zafer, 1980'lerin köklü dönüşümleri sonucu ortaya çıkan yeni toplumsal seçkinlerin (veya karşı seçkinlerin) iktidar sahnesine çıkışlarını simgeliyordu. Hem ekonomik hem de siyasi anlamda yeni bir paylaşım gündemdeydi. Başlangıçtan beri AKP açısından en önemli mesele de bu köklü dönüşümü yönetebilme becerisini gösterip gösteremeyeceğinde düğümleniyordu. Burada da iki soru ağırlıklı olarak gündemdeydi. AKP'nin nasıl bir vizyona sahip olduğu, hatta Türkiye için herhangi bir vizyonu olup olmadığı ile programları uygulayacak çapta kadrolarının bulunup bulunmadığı. İkinci soruyla bağlantılı olarak AKP atamalarında liyakatin mi, cemaatçiliğin mi öne çıkacağı merak konusuydu. Bu merak geçen yıl içinde çeşitli vesilelerle giderilmiş oldu. Kadın korkusuyla malul AKP erkekleri, bürokratik kadrolarda yapılması gerekli değişikliklerde erkek ve cemaatten olmayı deneyim ve beceriden önde tutacaklardı. Güç mü, kontrol mü? Siyasi açıdan partinin şansı, önünde iki yol haritası bulmasıydı. IMF programı ve AB üyelik süreci hükümete nelerin yapılması gerektiğini ana hatlarıyla gösteriyordu. Özellikle AB süreci aynı zamanda AKP'nin iktidar olabilmesinin koşullarını da hazırladığı için son bir buçuk yılda Türkiye'de devrim niteliğinde reformlar mümkün oldu. Toplumun ezici çoğunlukla AB hedefini desteklemesi de AKP'nin işini kolaylaştırdı. Bu desteğin arkasında ilk planda 1982 anayasasının bireyleri ve toplumu boğan, ülkeyi sürekli bir istikrarsızlık zemininde tutan kutsal devlet odaklı baskıcılığına duyulan isyan vardı. Bunun yanı sıra, özellikle 2001 krizinin de etkisiyle AB entegrasyonunu tek çıkış olarak gören iş çevreleri de projeyi benimsemişlerdi. Yeni Genelkurmay karargahının AB hedefini çok farklı ve sağlıklı bir boyutta değerlendirmesi de, özellikle Irak tezkeresi akabinde, işi kolaylaştırdı. AB hedefi arkasında oluşan toplumsal koalisyon, AKP'nin tabanını genişletti. Bu gelişme, yerel seçimlerde yaşanan oy patlamasıyla görüldü. O noktada ise AKP'nin elindeki gücü nasıl kullanacağı sorusu gündeme geldi. Güç mü AKP'yi çarpacaktı, yoksa AKP'mi gücü kontrolü altında tutacaktı? YÖK tasarısının niteliği, meselenin yürütülüş tarzı ve üsluba bakıldığında galiba AKP'yi güç çarptı. Yeni arayış ve tasfiye Yaşanan krizdeki asıl dert, AKP'nin art niyetleri filan değil aslında. İmam-Hatip mezunlarının Cumhuriyet'in sonunu getirecekleri korkusu bir evham. AKP'nin vizyonsuzluğu, bir çağdaş eğitim perspektifi, üniversite anlayışı olmamasının ortaya çıkması daha kaygı verici. Genelde Türkiye açısından ürkütücü olan bir diğer nokta ise, Cumhurbaşkanı'nın kopan fırtınada sakin bir liman olmayı, tarafları makul bir noktada birleştirmeyi hiç düşünmemiş olması. AKP ile kendisine oy değilse bile müthiş bir toplumsal destek veren çevreler arasındaki balayı bitmek üzere. Belki de Hasan Bülent Kahraman'ın altını çizdiği gibi hükümetin bu yanlışları yapması, kendi ideolojisinin izdüşümlerini göstermesi sağlıklı bile. Sonuçta AKP ortaya bir vizyon koymadan kendini ve önündeki sorunları aşabileceği izlenimini vermiyor. Bütün bunlar da Aralık sonrasında Türkiye'nin CHP'yi de tasfiye edecek bir siyaset arayışına girişeceği izlenimini güçlendiriyor.
|