Mavi bebek ameliyatının başrolünde bir marangoz vardı
Yıl 1944. Kadın, ten rengi maviye dönen bebeğini panik içinde Johns Hopkins Hastanesi'ne getirir. "Ne olur onu kurtarın" diye yalvarır. Birkaç gün sonra bir grup doktor tarihi bir ameliyata imza atar. Bebek normale döner
Amerika'dan döndüğümden beri hep aynı soru. "Nereleri gezdin bakalım? Hadi anlat." Bir saydım, 9 günde 8 kez uçmuşum. Bu ne demek biliyor musunuz? Sekiz çarpı üç kez üst baş arama demek. Son bir haftada kaç kez görevlilerin önünde ayakkabılarımı çıkardım bilmiyorum. En sonuncusunda yalvardığımı hatırlıyorum. "Yemin ediyorum bu lastik ayakkabılar ötmüyor. Bir deneyelim, bakın göreceksiniz." Denedik ve ben kazandım. (Buradan "Diesel" cileri kutlamak istiyorum, ayakkabıları hiçbir alanda hiçbir cihazda alarm vermiyor. Ben ki, bir Nike fanatiği olarak bunu onlar için yazmak isterdim ama olmadı işte.) Amerikalılar bu güvenlik işini biraz abartmışlar. Hayatımda böyle terör korkusu görmedim. Neredeyse iç çamaşırlarımıza kadar arayacaklar.
En büyük çile de iç hat uçuşları. Öyle çok üstünüzü başınızı kontrol ediyorlar ki bağlantılı uçağınızı kaçırmışsınız kaçırmamışsınız adamların umurlarında bile değil. O yüzden de seyahatin yüzde seksenini çeşitli havaalanlarında geçirdim. Hemen bir prizli duvar kenarı bulunur, lap top duvara takılır (çünkü onun şarjı bile beklemelere dayanamadı). Koltuğun üzerinde bağdaş kurulur, kulağa kulaklık takılır ve deşifreye başlanır. Dönüşte alandaki birine rica edip böyle bir fotoğraf çektirmediğime kızdım. Unutulmaz bir anı olurdu vallahi. Alanlardan geri kalan zamanlarımı ise çeşitli otel odalarında geçirdim.
Houston müthiş sıcak ve nemli, Dallas yolculuğun en sonuna rast geldiği için korkunç yorucu ve uykusuz geçti. İşin New York kısmı geçen hafta da bahsettiğim gibi eğlenceliydi. (Detayları daha yazamıyorum çünkü hala Calvin Klein'dan fotoğrafları bekliyorum.) Houston'da Filiz Akın, Dallas'ta Merve Kavakçı ile görüştüm. Akın röportajını zaten detaylıca yazdım. Müthiş bir deneyimdi benim için. Kavakçı'yı da bir solukta okuyacağınızı düşünüyorum. Merve Kavakçı'ya giderken aklımdaki tek şey "Hiç piyon olarak kullanıldığınızı düşündüğünüz oldu mu?" sorusuydu. Laf lafı açtı, konu dolaştı etti ve bir dönemin perde arkasını anlatacak hoş bir yazı dizisi çıktı ortaya. Kavakçı kırgın. Hayır sadece Türkiye'ye değil, kendi partisine. Arkasında durmadıkları için. Açıklamaları olay yaratacak cinsten. Anlattıklarını dinledikten sonra gece otel odasında o dönemi düşündüm. Meğer neler oluyormuş görünenin arkasında bir yerlerde...
*** Yıl 1944. Kadın, ten rengi maviye dönen bebeğini panik içinde Johns Hopkins Hastanesi'ne getirir. "Ne olur onu kurtarın" diye yalvarır. Bir süre sonra bir grup doktor tarihi bir ameliyata imza atar. İsmi tıp tarihine "Mavi Bebek" olarak geçen bu ameliyat kalp cerrahisinin altın çağının başlamasına da yol açar. Ekipteki doktorlar büyük sükseye kavuşurlar biri hariç, Vivien Thomas. Vivien Thomas aslında bir marangoz. Tıbba ilgi duyduğu ve laboratuvar işlerini de iyi becerdiği için Johns Hopkins Hastanesi'nin efsanevi doktorlarından Alfred Blalock'un yanında laborant olarak çalışmaya başlar.
1940'ların Amerikası'nda ise zenci bir doktorun ameliyatlara katılması pek de hoş karşılanmaz. Üstelik Thomas doktor bile değildir. Tarihi "Mavi Bebek" ameliyatında ise Dr. Blalock'un sağ kolu olarak görev yapan Thomas bu başarısından dolayı ancak 25 yıl sonra ödüllendirilir. Doktor unvanını alan Thomas'ın resmi hastanenin duvarına, yakın dostu Blalock'un resminin karşısına asılır. Tek kelimeyle müthiş bir filmdi. HBO'da seyrettim. Keşke Türk kanallarından birinde gösterseler. Hayallerin nasıl gerçek olabileceğini anlatan etkileyici bir hikaye. Üstelik gerçek. Genç ve siyah derili bir marangoz arkadaşlarına "Bir gün doktor olacağım, hatta tarihe geçeceğim" deseydi herhalde ona gülerlerdi, değil mi? Ama o inandı. İlk önce kendisine sonra hayatta iyi şeylerin de varolacağına. Binlerce hayat kurtardı ama buna rağmen uzun yıllar doktorluk unvanını alamadı. Onu görmezden geldiler ama o yılmadı. Şimdi ise hayatı film oluyor, belki o dönemde nerede olduğunu bile bilmediği bir ülkeden, Türkiye'den bir gazeteci tarifsiz duygularla izliyor bu hikayeyi.... Ne demişti Filiz Akın? "Ben bu kanseri yeneceğim. Yanlış anlamayın sadece kendime güvenimden değil ama etrafımda tasvir edemediğim bir güç var. İyi şeyler de oluyor hayatta."
*** Telefonda genç bir kız sesi, nasıl heyecanlı anlatamam. Diyor ki "Ben ilkokul mezunuyum ama sizin gibi yazar olmak istiyorum. Bir hesap yaptım liseyi dışardan bitirir, üniversiteye de gidersem ancak 30 yaşında mezun oluyorum. Acaba hala şansım olur mu?" Olmaz mı? Önemli olan inanmak. Kıskançlıklar, kavgalar, hastalıklar, terör, savaş... Bütün bunlara rağmen inanın çok güzel şeyler de oluyor dünyada. Olmaya da devam edecek. Bir inanabilsek.
|